kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
1 Şubat 2009, Pazar
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Beni sanatçılar davet etsin isterdim

Şirin SEVER
Giriş Saati : 01.02.2009 12:37
Güncelleme : 02.02.2009 18:05
Yeni Haber
Ne kadar samimi ya da değil bir kenara bırakırsak...
Yani muhalif tavrımızı, eleştiri hakkımızı saklı tutarak söylersek eğer...
Türkiye'de yıllarca utanç kaynağı olmuş, Türkiye'nin düşünce özgürlüğü dersinde sınıfta kalmasına neden olmuş bazı kararlarda geri adım atıldı malum.
Mesela...
Nazım Hikmet, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'ya tekrar kucak açılması...
Ne kadar geç olsa da, mezarlarında bize ne kadar alaycı alaycı gülümseseler de 'telafi sınavı' diyelim biz buna yine de.
Ardından devlet eliyle Kürtçe kanal açılması...
Ve tam 33 yıldır sürgünde yaşayan, türkülerini kendi dilinde söylediği için ülkesine adım atamayan, Kürtler'in efsane sanatçısı Şivan Perwer'in TRT'nin Kürtçe kanalının açılışına davet edilmesi!
İşte asıl bomba olan buydu.
Onu tanımayan -Kürtler değil ama belki Türkler- olabilir; ön giriş yapmak isterim:
Şivan Perwer'e sıradan bir Kürt sanatçısı muamelesi yapmak haksızlık olur, az olur, çok da ayıp olur.
Kürtler'in yıllardır verdikleri varolma mücadelesine, dertlerine, acılarına müziğiyle, sanatıyla, sesiyle ilaç olmuş; misyonu olan biri.
Yıllarca illegal yollarla çoğaltılıp, gizleyerek, saklayarak, korka korka kasetleri dinlenen biri.
Kürt dilinden, Kürt sanatından, Kürt kimliğinden vazgeçmeyip dünyanın her yerinde bunları yücelttiği, sahip çıktığı ve geliştirdiği için bir efsane.
Bir dünya ozanı aynı zamanda; dünyanın en ünlü sesleriyle aynı sahneyi paylaşmış, onlarla türkülerini söylemiş, her birine Kürtler'i ve sorunlarını anlatmış bir elçi.
Devlet madem davet etmiş, 'yasağın hükmü kalmamıştır' dedim fırsattan istifade; düştüm Almanya yollarına.
Köln'deki Şivan Perwer Vakfı'nda buluştuk, bütün gün konuştuk.
Elleriyle kahve hazırladı, Köln'ün simgesi Dom Kilisesi'ni arkamıza alıp fotoğraflar çektirdik, akşam da bir Türk kebapçısında kebap ziyafeti çektik.
Türkçe'yi unuttu sanıyordum ama gayet iyi anlattı kendini.
TRT'nin davetini, neden bu davete icabet etmediğini, yıllardır sürgünde yaşadıklarını, nasıl kaçtığını, Kürt sanatçıları için ne düşündüğünü anlattı.
Ve tüm samimiyetimle şunu söyleyebilirim; benim için böyle efsane bir adamla tanışmak müthiş bir şanstı.

- Çocukluğunuzdan başlayalım...
- Önce şunu söyleyeyim; ben çok isyankar bir çocuktum. Aklımda öyle şeyler vardı ki, beni depresif, içe kapanık hale sokuyordu, rahat bırakmıyordu...

- Nasıl şeyler vardı aklınızda?

- Şehirle köyü karşılaştırırdım hep. Neden köyle şehir arasında bu kadar fark var, niye şehirliler köylüleri sevmez, niye Kürt askeri değil de Türk askeri var, Türkçe devletin diliyse biz niye Kürtçe konuşuyoruz, niye okula gittiğimizde Türkçe, eve geldiğimizde Kürtçe konuşuyoruz gibi bir sürü soru. Bir çocuk olarak bu sorular arasında debeleniyordum sürekli.

- Urfa Siverek'te mi geçti çocukluğunuz?
- Siverek'le Viranşehir arasında Karuk diye bir köyde. 50 köyün içerisinde sadece bir köyün okulu vardı. Beş, on kilometrelik yerlerden geliyordu öğrenciler; o köyde okudum ben.

- Sizin adınız İsmail Aygün aslında. Ne zaman Şivan oldu?
- Bana hep Şivan derlerdi, göbek adımdı. Çoban anlamına geliyor; babam bana bu ismi verdi. Okurken çobanlık da yapıyordum, başka bir sürü köy işi de.

- Yoksul muydunuz peki, geçinme derdi?
- Yoksul değildik. Geniş bir aileydik, Şeyhan denilen geniş bir aşiretten geliyorum.

- Sizin babanız dengbej'miş (Kürt ozanı). Müzik sevdanız babadan mı?
- Az önce dedim ya, beynimde öyle düşünceler vardı ki... Niye köyümüzün evleri güzel değil, neden köylüler böyle izole ve yalnız, niye bu köyde mesela okul yok, cami yok, hastane yok? Urfa'yla, Viranşehir'le karşılaştırırdım sürekli. Sonra insanlar arasında ağa, bey, şeyh, derviş, çiftçi, köylü gibi sınıf farklılıklarına çok öfke duyardım, bunların değişmesi gerektiğine inanıyordum.

- Bunları müziğinizle anlatma yolunu mu seçtiniz siz de?
- Ben gözümü açar açmaz çevremde bir sürü dengbej buldum. Bunların içinde en iyilerinden biri de babamdı. Her şarkının bir hikayesi vardı, bir destan anlatırdı. Çevreden, yakın köylerden bir sürü sanatçı gelirdi, darbukalar, kemanlar çalınırdı, oynanırdı. Saz çalmayı da onları göre göre öğrendim. Dengbejler sabaha kadar oturur, olayları şarkılarıyla anlatırdı. Ben de cemaat dağılana kadar otururdum, kızarlardı bana 'git uyu' diye. Uyumazdım, ertesi gün de o olayı türküyle, melodiyle anlatırdım.

- Sesiniz o zamanlardan fark edilmiş miydi?
- Küçüklükten beri hep sesimin güzel olduğunu söylediler. Biraz büyüyünce de 'sen ünlü olursun, niye plak yapmıyorsun' demeye başladılar. Ama ben okumayı çok seviyordum...

- Dört oktavlık sesiniz olduğu doğru mu?
- Valla ben tenora çok iyi çıkabiliyorum, bası da iyi kullanırım. Bilmiyorum artık...
- Sonra Ankara'da üniversite okudunuz, değil mi?

- Evet. Gazi Üniversitesi matematiği kazandım. Her üniversitede olduğu gibi olaylar, sağ-sol çatışmaları yaşanıyordu tabii. Aynı zamanda konserler veriyordum ve tanınmaya başlamıştım, türkülerim her tarafa yayılmıştı. Ama takma ismim Şivan'ı kullanıyordum konser verdiğimde, gizliydi her şey. Arkadaşlarım beni bir yerde çıkarır, konser bitince de kaçırırdı.

- O zamanlar plak, kaset çıkaramadınız değil mi?
- Arkadaşlar çok istedi, İstanbul'a gittim, birkaç müzik yapımcısına uğradım, bana 'çok zor, cezası çok' dediler. Ama en sonunda biri, iki türkülü bir 45'lik plak yaptı. Ben Avrupa'ya çıktıktan sonra ortaya çıkmıştı o. Neyse zaman geçti, sadece Türkiye'de değil, Irak'a, İran'a, Suriye'ye, bir sürü yere sesim, türkülerim ulaştı. Ben sazı elime alıp söylediğimde, küçük teyplere kaydediyorlardı, çoğaltıp dört bir yana gönderiyorlardı.