kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
8 Ocak 2009, Perşembe
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
HAŞMET BABAOĞLU

İstanbul... Hâlâ ve her şeye rağmen İstanbul!

İstanbul gibi bir şehirle insanın arası ne zaman bozulur?
Her sokağa çıktığında kavgaya karışacakmış gibi gerildiğinde mi?
Trafikte cehennem azabı çektiği ya da mesela bütün varlığını minibüs, otobüs kuyruklarına emanet ettiği zaman mı?
Hayır!
Çünkü şehrin yine de bize kucak açacağı saatler, günler vardır; biliriz.
O anları özlemle bekler; planlar, programlarız.
Sorun başka yerdedir.
Büyük şehirler aylaklık ister bizden.
Her şey o tatlı ve serseri yarenliklerden doğar, serpilir...
Ama onların tadı kaçtı mı bir kez...
Şehirle de aramız açılır, hatta giderek kopar.
Bunun iki temel nedeni vardır.
Cana tak etmiş işsizlik...
Ve gözü güçten ötesini göremez hale gelmek...
Geçmişteki uzun işsizlik dönemimi hiç unutamam.
Çok sevdiğim İstanbul'un sokaklarında dolaşmanın ıstıraba dönüştüğü günleri...
O çok sevdiğim yürüyüş yolum; Mercan yokuşundan Süleymaniye'ye doğru ağır ağır çıkışlarım anlamsız yorgunluklara dönüşmüştü...
Mısır Çarşısı'nın kokmadığını hatırlıyorum!
Çünkü ancak arada sırada görebildiğim bir sevgiliye kavuşacakmış gibi oraya gitmenin heyecanları sona ermişti artık...
Sanki burnum tıkanmış, bakışlarım bulanıklaşmıştı. İşsizlik " terk edilmişliğe " çok benziyordu.
Ne Mısır Çarşısı, ne Ayasofya'nın arkası, ne Tünel ne Bebek Kahve!
Hiçbir yer tat vermiyordu. Sanki bir çöle dönüşmüştü gözümde koca şehir.
Nereye gittiğimi bilmeden, saatler tükensin diye yürüyordum artık.
Bir de hayatını iş güçten ibaret kılanlar var tabii.
Onlar da gün geliyor, birkaç restoran falan hariç nerede, hangi şehirde yaşadıklarını unutuyorlar aslında.
Böyle bir tanıdığım vardı.
Yeni işyerinin Tepebaşı'nda olduğunu öğrendiğimde...
Demiştim ki ona...
" Haliç'te günbatımı ne muhteşemdir, değil mi? Hele durgun bir günün sonunda Eyüp ve Fatih'in arka tarafında gökyüzü kızıla çaldığında..."
Ve bir iki dakika susup sonra müthiş bir saflık ve şaşkınlıkla "nereden görüyorsun bunları?" diye sorunca...
"Kesin, senin ofisinden de görünüyordur" cevabını vermiştim; "yine de asıl otoparkına giderken bak, o manzarayı kesin göreceksin, hatta merdivenlerde şöyle bir dur!"
Bıkkın bir gülümseyiş yerleşmişti yüzüne...
" Tinercilerin merdiveninde durup manzaraya bakacağım? İşimiz gücümüz var oğlum! Akşam çıkışları ne kadar bitkin olduğumu biliyor musun?"

Ama durun!
Yukarıda söz etmediğim bir şey daha var.
Belli bir yaş ve yaşam deneyiminden sonra İstanbul'la insanın arasını açan bir his...
Bir çağrı sanki...
Ve çocukluğunu, gençliğini, yetişkinliğini tükettiği bir şehirde bile kendini " ev "inde hissedemeyiş...
İnsan İstanbul gibi sürprizlerle dolu bir şehirde bile gün gelip sıkılıyor da...
Uzaklardaki bir " yurdun " özlemini çekmeye başlıyorsa...
Boyası hafifçe dökülmüş mavi panjur, duvarı delip bahçeye sızmış incir, denizden sokak içlerine doğru esen ılık rüzgâr, hatta kasabalara özgü akşamüstü melankolileri rüyalarına giriyorsa...
Eyvah!
İşte asıl bunu anlatacaktım size...
Ama sonra kendime döndüm, içime kapandım ve düşündüm de...
Bu şehirle hesabı kapatmaya daha var! "
Sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktığımız " zamanlar çok geride kaldı, biliyorum...
Yine de ne onunla sevişmenin hakkını tam verebildim henüz, ne de dövüşmenin!
Biliyorum, ruh coğrafyamın haritalarını ne zaman açsam...
Hâlâ önce İstanbul'a gidiyor parmağım...