kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
13 Kasım 2008, Perşembe
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
ENGİN ARDIÇ

Vali ve belediye reisi

Belediye seçimleri yaklaşıyor, 29 Mart Pazar günü yapılacak... Seçmen, bir siyasi parti üyesini ya da bağımsız adaylardan birini seçecek, ama bunun "il idaresiyle" ilgisi bulunmayacak, Yani, büyükşehir belediye başkanı, aynı zamanda o ilin valisi olmayacak.
Belediye başkanı kendi zabıtasına emir verecek ama polise veremeyecek.
Bundan daha doğal ne olabilir, diyeceksiniz...
Eskiden, vali ve belediye başkanı aynı kişiydi!
1930'da çıkarılan Belediyeler Kanunu, iki ayrı görevi aynı kişide birleştiriyordu.
Ki bu şahıs aynı zamanda tek partinin, yani CHP'nin de il başkanı oluyordu!
Yani, belediye hükümetin kesinkes emrindeydi. Görevler içiçe geçmiş, erkleri ayıran çizgiler silinmiş, tek parti yönetiminde "devlet" ve "hükümet" kavramları birbirine yedirildiği gibi, belediye de hükümetin doğrudan eline verilmişti...
Aha da buna dikta derlerdi işte!
Devletin partiyle, belediyenin mülki idareyle içiçe geçmesi, Mussolini İtalyası'nın modeliydi... Hani şu İsmet İnönü ile Recep Peker'in pek hayran oldukları, hatta Roma'ya gidip yerinde inceledikleri model...
Hani şu, bazı sersemlerin "demokrasiye geçmek için bütün tedbirlerin alındığını" ileri sürdükleri dönemde işler tastamam böyleydi!..
Belediye bütçesine de Ankara'da karar verilir, hiçbir belediye "kendi inisiyatifiyle" yatırım matırım yapmaya kalkamazdı.
Çünkü onlardan istenen yatırım ve yerel kalkınma değil, çöp toplamak, kaldırım yapmak, kazıkçı esnafı cezalandırmak falan gibi "banal" işlerdi...
Ankara, kendisinden bağımsız, belki kendisine günün birinde kafa da tutabilecek "yerel güç" istemiyordu. Merkeze karşı bir "periferi" dengesine tahammül edilemezdi.
Oysa İstanbul'da 1855'ten beri belediye vardı, şehir kendi kendini yönetebilirdi ve yönetmekteydi, Ankara bunu istemedi!
Tıpkı, bağımsız üniversiteyi de istemediği gibi.
Muhittin Üstündağ, Lütfi Kırdar, Fahrettin Kerim Gökay, daha sonra Mümtaz Tarhan, Ethem Yetkiner, Kemal Aygün gibi isimler, önce CHP'nin sonra DP'nin "memurları" oldular İstanbul'da.
Darbe dönemlerinde de İstanbul'a Refik Tulga, Şefik Erensü, daha sonra İsmet Hakkı Akansel, Abdullah Tırtıl gibi askerler atamayla gelip oturdular.
Ne hikmetse, Demokrat Parti de, onu ve uzantılarını deviren askerler de "CHP modeli belediyecilik anlayışını" pek sevmişlerdi!..
Demokrat Parti'nin en büyük günahlarından biri de bu modeli değiştirmemek, İnönü diktasının "hazır kalıplarını", birçok alanda olduğu gibi bu konuda da kendine yontmak olmuştur.
Turgut Özal devriminden beri artık başımızda bir "vali belediyeci" yoktur ve olamaz. "Mülkiyeli belediye reisi" dönemi kapanmıştır. Kabzımal olur, kasap olur, manav olur ama memur olmaz.
Çünkü artık şehirlerde bir burjuvazi doğmakta, o sınıf kendi kendini ve kentini yönetebilmekte, kendini bürokrasinin emir kulu hissetmemektedir. Kör topal da olsa bu gelişme sağlanmıştır. Kaybettiğimiz eşeği yeniden bulduk, yokedilmiş olan burjuva sınıfımıza ve onun belediye gücüne yeniden kavuşmaktayız.
Fakat bu gelişme Avrupa'da daha ortaçağda sağlanmıştı! Fransa'da günün birinde krala kafa tutanlar ve onu devirenler de bu yerel güçler ve onların avukatları oldular.
Adamın 1280'de başardığını sen 1980'de yapabiliyorsan, elbette adamın
"birliğine" girebilmen için de azıcık bekletecekler...