kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
11 Kasım 2008, Salı
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
MUHARREM SARIKAYA

Atatürk'ü anmak...

Lise hayatını 1970'li yıllarda tamamlayanlar iyi anımsar...
Her 10 Kasım'da anma programı aynıydı.
Standart hazırlık sabahın ilk ışıklarıyla başlardı.
Eve gelen gazetelerin başlığı o gün siyah çıkar; TRT tekelindeki radyodan saat 07.00'deki ajans bülteninden sonra da klasik müzik yayını başlardı.
Ülkemizin daha fazla hüzünlü, yürek yakıp gözyaşı döktüren, daha ağır havadaki şarkıları varken, neden Batı'nın klasik müziğinin tercih edildiğine anlam veremezdim...
Üstelik radyoda çalan klasik batı müziğinin içeriğinin de atfedilmek istenen hüzünle alakası yoktu.
Örneğin Puccini'nin muhteşem aşk hikâyesi Madam Butterfly'ı veya Johann Sebastian Bach'ın kilise müziğinin en iyi örnekleri arka arkaya sıralanır; Aziz Matta Pasyonu'nun neden çalındığına anlam yüklenemezdi.
Bu konuda "Neden" sorusunu yöneltmek de yasaktı.
Meyhanelerin dahi kapatıldığı günde, düşündüğünü düşünmek dahi suçtu.
İnsanüstü vasıflar yüklenerek, bir tabu gibi topluma sunulan Mustafa Kemal Atatürk'ü ölüm yıldönümlerinde anmanın ve anlamanın karşılığı sadece hüzün ve kederdi.
Mustafa Kemal, ölümünden sonra 50 yıl boyunca et ve kemikten, insan olgusundan arındırılmış, ardından ağlanan, soğuk bir heykel olarak topluma sunuldu.

Özal'ın sorusu...
Anımsadığım kadarıyla bir seçim gezisiydi...
Dönemin Başbakanı Turgut Özal ile gittiğimiz sahil kasabasında Atatürk'ün heykeli yine denize arkasını dönmüş olarak dikilmişti.
Aslında bizi heykelin yönü üzerinde tartışmaya çeken de Özal'dan başkası değildi; niyeti de belliydi...
Tartışmayı başlattıktan sonra konuyu başka yöne çekmek için hamlesinin gelmesi de uzun sürmedi:
"Heykelin yönü çabuk çevrilir, asıl Atatürk'le ilgili başka tabular var, onları nasıl çevireceğiz..."
Bunları konuşmamıza rağmen yazmamızı istemedi; kendi içinde tartışmak istediğini belirtmekle yetindi.
Ancak o gün yakınında olan liberal eğilimlilerden önce, muhafazakâr parti yöneticilerinden itirazlar yükseldi:
"Zaten mimliyiz; 'Takunyalılar Atatürk'ü yok etmek istiyor' diye yine bize saldıracaklar..."

Örnek alınmak
Özal aldırmadı; devamında gelen sözlerine baktığımızda kamuoyunu razı edecek yöntemleri de kafasında ürettiğini anlamıştık...
Çocukların, gençlerin başka ülkelerin kahramanlarına benzeme çabasına girerken, tabulaştırılmış olması dolayısıyla Atatürk gibi olmaktan korkup, çekindiklerini söyledi.
Bu sözler üzerine bir arkadaşımız, 12 Eylül yönetiminin hala iş başında olduğunu kibar bir dille anımsattı...
"Asker ne der?" sorusunu yöneltti.
Özal "Onları ikna etmek, diğerlerinden kolay" diye söze başladı.
Belli ki konuyu askerle konuşmuştu.
Atatürk'ü yas tutarak bir gün içinde anmak yerine bir hafta süresince hatırlamanın daha doğru olacağı konusunda onları ikna etmişti...
Çekindiği, bu konuda askerden daha katı olan çevrelerdi.

10 Kasım 1988
Özal'ın konuyu tartışmaya başlamasının üzerinden 1.5-2 yıl geçti.
İlk kez ölümünün 50'nci yılında, 10 Kasım 1988'de O'nu yas tutmadan bir insan olarak andık.
Özal'ın da o günlerde vurguladığı gibi "tabudan arındırılmış insan olarak anmanın" yararını gördük.
Görmeye de devam ediyoruz.
Bunu anlamak için yas tutularak anıldığı dönemle bugün Anıtkabir'e giden ziyaretçi sayısını karşılaştırmak bile yeterlidir.