kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
3 Kasım 2008, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
NAZLI ILICAK

Tapınmayalım... Atatürk'ü sevelim

Yıllardır "Atatürk' ü putlaştırmayın; tabuları kırın" dedik durduk. Demokratik bir ülkede, gerçeklerin bilinmesinin memlekete hizmet eden büyük adamların değerini aşındırmayacağını, birçokları gibi biz de söyledik. Aksine aziz bir hatırayı ideolojik kalıba sokup "dokunulmaz" ilân ederseniz, daha fazla düşman üretirsiniz; insanları kutuplaştırırsınız.
Atatürk, skolastik zihniyete karşı çıkmıştı; maalesef, yıllarca böyle bir zihniyetin malzemesi yapıldı; resmen kullanıldı.
Ortaçağ'da, skola adını taşıyan okullarda ilâhi bir kisveye büründürüldüğü için, ilim, bir dogma, "değiştirilmesi mümkün olmayan bir doğru" olarak okutuldu, öğretildi. "Atın kaç dişi var?" diye hayvanın ağzına bakılacağına, kutsal metinlere müracaat ediliyor, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü deneyler neticesi tesbit eden Galileo, bu yüzden, engizisyon mahkemesinde yargılanıyordu. Skolastik kelimesi, tabuların hüküm sürdüğü, değişmez doğruların bilimsel gerçek diye öğretildiği "skola" adını taşıyan okullardan üretildi. Oysa Atatürk, "Bizim devlet idaresinde takip edeceğimiz prensipler, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz" diyecek kadar dünyeviydi ve dogmalardan uzaktı.
Yukarıdaki cümlesi bile, yıllarca kamuoyundan gizlendi. Çünkü belli ki, o sözleriyle dinlere karşı düşüncesini seslendiriyordu. Halk bunu bilmemeliydi. Sene boyu birçok gerçeğin üstü örtüldü.
Can Dündar "Mustafa" filmiyle "putu" değil ama, bazı tabuları yıkıyor. "Put", yerli yerinde. Zira o film Atatürk'ü yüceltiyor; bunun yanı sıra sevdiriyor da.
Babasını kaybedip, dayısının yanına sığınan küçük Mustafa için, yüreğim yandı. Dolmabahçe'deki odasından, bir 29 Ekim'de, Harp Okulu talebelerinin söylediği "Dağ başını duman almış" marşını dinleyen yorgun ve hasta Atatürk için ağladım. Sonu belli olan bir dokümanterdi seyrettiğimiz; buna rağmen, 10 Kasım'da ölümünü gösteren sahnede sanki daha dün bir yakınımı kaybetmişim gibi gözyaşlarımı tutamadım.
"Atatürk'ü, bir inatlaşmanın, bir kavganın tarafı yapmayın" dememiz bundandır. 28 Şubat sürecinde, dindar olduğu farz edilen kimselere, meselâ başörtülü kızlara "Atatürk'ü sever misin?" diye sorarlardı. Daha öncesine gidelim, "Seni sevmek bir ibadettir" cümlesini sarf eden, Atamızın mumyasını terk edildiği Etnografya Müzesi'nden alıp, törenle Anıt Kabir'de toprağa veren Celâl Bayar bile Yassıada'da, diğer Demokrat Partili arkadaşlarıyla birlikte, "Atatürk düşmanı" olmakla suçlanmamış mıydı? 1981'de, 12 Eylül döneminde, bir yıl boyunca, "Atatürk 100 yaşında" kutlamaları düzenlendi. Yapılan eziyet ve işkenceler bu kılıfla örtülmek istendi. Zaten her askeri müdahale, "Atatürk' ün kurduğu cumhuriyeti koruyup kolluyoruz" diye meşrulaştırılmadı mı?
Belki ona "Deccal" diyen birkaç fanatik çıkmıştı. (Sonra onların çoğu da pişman oldu ya!) 1968'de, bir Kur'an kursunda okunduğu söylenilen ve "Ben Muhammed ümmetindenim..." diye başlayan bir yemin, sık sık tozlu raflardan indirilip bütün dindarlar şaibe altında bırakılmadı mı?
Can Dündar şahane bir eser ortaya çıkarmış; nitekim, 300 kişilik salonu dolduran seyirci, adeta huşu içinde, nefes almadan ve çıt çıkarmadan filmi izledi. Ama hâlâ kimileri Atatürk'ün aşağılandığından söz edebiliyor.
Pes doğrusu! Ben buna ya "kıskançlık" derim, ya da "Atatürk istismarcılığı". Kusura bakmasınlar ama, "Atatürk sevgisi" adını veremeyeceğim.