kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
3 Kasım 2008, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
Günaydın  
BELGİN ÇOBAN
kitap

Hakan Yel, Nedim Gürsel E. Sevgi Özdamar

Bugün sözü, seçtiğim kitaplara bırakıyorum. Bu alıntıların kitaplar hakkında fikir vermesini ve merakınızı uyandırmasını umut ediyorum...

Yazar: Hakan Yel. Kitabın adı: Rüzgar Ekenler (Roman-Altın Kitaplar)
... "Hükümet yeni bir çalışma başlatıyor. Bu bölgeye çok sayıda asker geleceğinden, ordunun beslenmesi için birbirine bir saatten uzak köylerden birini güneye, verimli topraklara gönderecekler. Nüfusu düşürecekler senin anlayacağın, başka türlü tarlalar yetmezmiş. Kimin gideceğine de kura çekerek karar verilecekmiş." Bu söz kendisini dinleyenler arasında büyük şaşkınlık yarattı. Hüseyin Ağa doğru anladığından emin olmak için tekrar sordu. "Ne demek gönderecekler?" Kadir Çavuş çok basit bir söz söylemiş gibi baktı. "Göç ettirecekler işte, mecburi göç!" ... İmam, "Osmanlı tebaası, askerini ne zaman aç bırakmış Kadir Çavuş? Yemez yedirir, içmez içirir askerine" dedi kızgın bir sesle. Sonra da gözlerini kısıp kuşkuyla sordu. "Tarihte, hangi savaşta askerler sefere geliyor diye köylükler sürülmüş, sen biliyorsan bize de söyle." Kadir Çavuş gergin bir sesle konuştu. "Hocam, askerine kurşun sıkan millet toprağından da olur, canından da..." Sessizlik oldu. Bu konuşmayı dinleyen herkes Ermeniler'in bağımsızlık ateşiyle hareketlenip tıpkı Balkan memleketleri ahalisi gibi Osmanlı askerine kurşun sıktığını biliyordu. Fakat Hüseyin Ağa sözünü sakınmadan söyledi. "Bu memlekette ne zamandır, kurunun yanında yaş da yanıyor? Ne zamandır, her koyun kendi bacağından değil de başkalarıyla birlikte asılıyor?"

Yazar: Nedim Gürsel. Kitabın adı: Yaşar Kemal Bir Geçiş Dönemi Romancısı (Deneme-Doğan Kitap)
(Yaşar Kemal anlatıyor...) Biliyorsun, babamı vurdular, gözümün önünde, camide. Anam sırtına aldı beni. Sabaha kadar bağırdım. "Yüreğim yanıyor!" diye. Ve sabahleyin konuşamadım. Bu böyle on iki yaşıma kadar sürdü. Yani ilkokulda hiçbir zaman tahtaya kalkmadım. Sonra birdenbire geçti, nasıl geçtiğini de bilmiyorum. ... 1946'da geldim ilk kez. (İstanbul'a) Havagazı memurluğu yaptım bir süre. "Gaz!!!" diye bağırıyordum kapı kapı dolaşıp. İstanbul'u mutfak mutfak bilirim. ... On yedi on sekiz yaşındaydım. Hapishaneden çıkmıştım, solcu olarak tanınıyordum. Halkevi başkanı Dr. Kemal Satır'a gittim. Ramazanoğlu Kütüphanesi vardı, otuz bin ciltlik. Kimsenin gittiği de yoktu. Orada bir memuriyet verdiler. Birkaç yıl çalıştım. Homeros'u da ilk kez bu kütüphanede keşfettim. Ahmet Cevat'ın çevirilerinden. Dışarıya kitap verilmezdi. İlk defa bu kuralı ben çiğnedim. Orhan Kemal'le yeni tanışmıştım. Ona Goriot Baba'yı verdim. On beş gün onda kaldı kitap, okuduktan sonra geri getirdi. Eski Yunan klasiklerinin çoğunu da o kütüphanede okudum. Çukurova tarihi üzerine de çok kitap vardı. İki üç yıl durmadan okudum. İş güç yok. Kütüphanede bir oda verdiler, orada kalıyordum. Sabaha kadar okuyordum.

Yazar: E. Sevgi Özdamar. Kitabın adı: Haliçli Köprü (Roman-Turkuvaz Yayınları)
...İstanbul'un Avrupa yakasının iki bölümünü birbirine bağlayan Haliç Köprüsü'ne doğru yürüdüm. Erkekler eskiden olduğu gibi sokakta yine apış aralarını kaşıyorlardı. Köprünün yanındaki vapurlar güneşte parıldıyordu. Haliç Köprüsü'nün üzerinde yürüyen insanların uzun gölgeleri her iki yandan vapurların üstüne düşüyor ve beyaz gövdeleri boyunca ilerliyordu. Bazen bir sokak köpeğinin ya da bir eşeğin gölgesi de oralara vuruyordu, beyaz üzerine siyah. Sondaki vapuru geçince insanların ve hayvanların gölgeleri denize düşüyor ve orada uzuyorlardı. Beyaz kanatlı martılar bu gölgelerin üstünden uçuyor, onların gölgeleri de suya vuruyor, çığlıkları vapurların düdüklerine ve sokak satıcılarının bağırışlarına karışıyordu. Köprüden geçerken sanki havayı önüm sıra itmem gerekiyormuş gibi hissettim. Her şey çok yavaş hareket ediyordu, tıpkı kuvvetli ışıkla aydınlatılmış, eski bir ağır çekim filmde olduğu gibi... Küçük çocuklar ya da yaşlı adamlar sırtlarında Osmanlı döneminden kalma güğümler taşıyorlar ve insanlara su satıyorlardı. Göğe doğru, "Suuuuu" diye bağırıyorlar, insanlar sıcaktan bayılmamak için bu "Suuuuu" seslerine tutunmuş görünüyorlardı.