kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
21 Eylül 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
SOLİ ÖZEL

'Lula'lıktan 'Çavez'liğe

Altı yıl önce Türkiye genel seçimlere giderken Brezilya'da başkanlık seçimleri yapılıyordu. Türkiye'de AKP, iktidarın en güçlü adayıydı. Brezilya'da da o güne dek fazla radikal bulunan ve 1980lerden beri başkan adayı olan İşçi Partili lider Lula en güçlü adaydı. Lula'nın iktidara gelmesi ihtimali karşısında uluslararası finans çevreleri
paniklemişler Brezilya'yı neredeyse finansal ablukaya almışlardı. Lula bu çevrelere mesajlar vermiş, radikal bir değişime gtmeyeceğine ikna etmeye çalışmıştı.
Türkiye'de de AKP'nin önde gelenleri hem uluslararası finans çevrelerini hem de dış dünyayı partilerinin sisteme uyum sağlayacağı, piyasacı dogmayı aynen uygulayacağı konusunda iknaya çabalıyorlardı. Türkiyedeki önemli bir fark AKP'nin başkanı Tayyip Erdoğan'ın ikna edici olmayan hukuki gerekçelerle seçime sokulmamasıydı.

Sistem dışı iki aday...
Sonuçta sistem dışı iki aday başarıya ulaştılar. Her ikisi de hem ülke içinde hem ülke dışında yerleşik düzen ile bir şekilde uyum halinde gitmeye çalıştılar. Brezilya bir önceki Başkan Cardoso'nun şekillendirdiği çerçeve içinde ekonomi politikasını sürdürdü. Dünya kapitalizmi içinde Brezilya önemli hamleler yaparken Lula, fakirlerin ve emekçilerin ihtiyaçlarına karşılık verecek sosyal programları devreye soktu. Türkiye'de Derviş'in ekonomik programı ve AB üyelik sürecinin gerektirdiği siyasi ve hukuki düzenlemeler AKP'ye rehber oldu. Ülke içindeki iktidar dengesinde kendi lehine değişimleri yapabilmesini de sağladı.
Arada önemli farklar da vardı. Lula ülkesinin insan kaynaklarından yararlanmayı, AKP ise cemaatçi dayanışmaya güvenmeyi tercih etti. Brezilya yeni dünya koşullarına uyum sağlamak için özgün siyasetler üretmeye çalışırken, Türkiye elindeki projeler bittikten sonra ne vizyon ne misyon üretemez oldu. Brezilya'da Lula
geniş bir mutabakata yaslandı. 20 yıllık askeri yönetimden ancak 1984'de kurtulan ülkesinde kimse darbeye kalkışmadı. Türkiye'de ise mızıkçılık edenler sistemin kurallarıyla işlemesini engellemeye çalıştılar. Demokratikleşmeyi baltalamak istediler. Ancak son iki yıldaki bütün teşebbüsleri boşa çıkan bu grupların her başarısızlığı (ki sonuncusu haksız kapatma davasıydı) hem AKP'yi güçlendirdi hem de belli ki yöneticilerinin öfkesini kabarttı.
Bu dönemeçten itibaren de Türkiye'nin başbakanı giderek Lula gibi değil Venezüellalı Hugo Çavez gibi davranmaya yani otoriter eğilimlerini dizginleyememeye başladı.

Venezüella'ya benzemek...
1992'de askeri darbeye yeltenip hapis yatan Çavez, 1998'de ülkesine başkan oldu. Hemen ülkenin zenginliklerini talan etmiş yerleşik seçkinlerin işıni bozacak, fakirlere daha fazla nemalanma imkânı tanıyacak politikalar uyguladı. Kendisine yönelik darbe teşebbüsünden itibaren de otoriter bir rejim kurmak için gerekli tüm adımları attı. Petrol fiyatlarının yüksekliği işini kolaylaştırdı. Bugüne geldiğimizde, sendikal hakların çiğnendiği , yargının tümüyle yürütme güdümüne girdiği seçimlerine şaibe karışmış, medya bağımsızlığına tasallut edilmiş, insan haklarını çiğneyen , muhalefetin ezilmeye çalışıldığı bir ülke Venezüella . Bu rezilliğin üstü de Amerikan karşıtlığıyla örtülemiyor.
AKP yönetimi yerleşik düzen içinde haksız yere nemalanmış olanların tekerine çomak soktu. Ekonomik ve siyasal anlamda daha geniş katılımın önünü de açtı. Ancak giderek daha iyi anlaşılıyor ki bu atılımlar özgün bir demokratik projeden çok "rekabetçi otoriterlik" diye tanımlanan eğilime uyuyor. Başbakan'ın partililere hangi gazeteleri okumamaları konusunda verdiği talimat bu bağlamda anlaşılmalı. Ve asla da sindirilmemeli.
Brezilya olmaktansa Venezüella olmayı tercih etmek aslında akıl dışıdır. Üstelik yapana da hiç yaramayacak bir tercihtir.