kapat
E-gazete
|
Hava Durumu
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
English
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
16 Eylül 2008, Salı
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
OKUR TEMSİLCİSİ
Okur Temsilcisi

Baskılar türlü türlü

Başbakanı eleştiren Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) "dünyanın en büyük' basın örgütü değil. Bu özelliğini kimlik krizi yüzünden kaybedeli çok oldu.
Okuru yanıltmalar devam ediyor. Dünkü Vatan gazetesi, Başbakan Erdoğan'ı eleştiren, daha sonra da onun tarafından eleştirilen Uluslararası Basın Enstitüsü'nü (IPI) "dünyanın en büyük ve en saygın basın örgütü" ilan etti.
Bu doğru değildir.
Dünyanın en büyük ve en saygın basın örgütü 102 ülkeden toplam 18 bin gazete, dergi, internet sitesi ve yayını ve yayın kuruluşu sahibini bir araya getiren Dünya Gazeteler Birliği (WAN) ile binlerce gazeteciyi bünyesinde toplayan ve WAN çatısı altında, ayrı bir yönetimle faaliyet gösteren Dünya Editörler Forumu'dur (WEF). Bir diğer "dev örgüt" de 100 ülkede 600 bin gazeteciyi temsil eden Uluslararası Gazeteciler Federasyonu'dur (IFJ).
Evet, halen IPI 100'ün üzerinde ülkede tek tük üyeye sahiptir, ama etkisi yoktur.
Etkisinin kalmayışı dünyada son 20 yılda siyasette ve medyada yaşanan devasa gelişmelerle ilgilidir.
IPI 1950'den beri "basın özgürlüğünün güçlendirilmesi, ifade özgürlüğünün korunması, serbest haber ve bilgi akışının sağlanması" gibi alanlarda, özellikle 1960'lardan 80'lerin sonuna kadar sözü dinlenir, etkin bir kuruluş olarak öne çıktı. Saygın gazeteciler bu bünyede faaliyet gösterdiler. Türkiye'den Metin Toker, Altan Öymen, Sami Kohen, Altemur Kılıç, Hasan Cemal gibi meslek duayenleri de onlar arasındaydı. 12 Eylül döneminde iyi işler yapıldı.
IPI, "radar alanı"na daima ve sadece devlet-medya ilişkilerini aldı. Hukuk ihlallerini, gazete(ci)lere baskıları, tehdit, hapis ve cinayetleri mercek altında tuttu. Eleştirilerini genelde (yarı) diktatörlüklere yöneltti, demokrasilerde de hükümetlerin yanlış uygulamalarını eleştirdi.
Soğuk Savaş'ın bitmesi diktatörlüklerin sayısında da azalmaya yol açınca, genel tablo değişti. Demokrasilerin sayısındaki artış ve piyasa ekonomilerinin yayılmasıyla başka bir sansür ve baskı türü radar alanına girdi. Siyasi iktidarlar yanında, onun kadar güçlenmeye başlayan medya patronlarının basın özgürlüğü alanını kısıtlayıcı uygulamalarıydı bu. Açıkça görüldü ki, pek çok ülkede basın özgürlüğü medya patronunun ekonomik çıkarlarına da endeksli idi.
Buna meydan okuyan, haberde bağımsızlık ve yorumda özgürlük ilkesine sahip çıkmaya çalışanlar, bu yeni baskı türü yüzünden acı tecrübeler yaşadılar.
Hâlâ da yaşamaktalar.
Rusya, Azerbaycan, Türkiye, İtalya, İngiltere, Kore, Ermenistan, Ukrayna vs. bunun örnekleriyle dolu.
IPI işte bu noktada kendini yenileyemedi, sınıfta kaldı.
Yıllar önce, 28 Şubat döneminde, devlet baskılarını araştırmak üzere Türkiye'ye gelen bir IPI heyeti, iki "mağduru" Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'ı da dinlemişti. Sanırım o toplantıda Altan Öymen ve Altemur Kılıç da vardı. Başka gazetelerden bizleri de çağırmışlardı.
Görüşmeden sonra heyetin (galiba İskoç) üyesine şunu söyledim:
"Bu gazetecilerin atılmasında evet devlet baskısı büyük rol oynadı. Ama siz asıl sorumluyu göz ardı ediyorsunuz. Bence asıl sorumlu, devlete boyun eğip gazetecilerini anında feda edebilen basın patronlarıdır. Asıl onları eleştirin."
O günlerde (1997) SABAH patronu ve genel yayın yönetmeni basın özgürlüğünü çiğnerken, Doğan Grubu patronu pekala baskılara direnebilmişti.
Bu onun hanesinde bir artıdır.
Ama yazar Ahmet Altan veya başka yazarlar Milliyet'ten atılırken IPI'dan bir ses çıkmamıştı. Yıllar sonra, Emin Çölaşan "yazdıkları beğenilmedi" diye işinden olurken IPI yine çıt çıkarmamıştı. Milliyet'in eski ombudsmanı bir yalan haber karşısında görevini yapmaya çabaladı diye kovulduğunda IPI "başka tarafa bakmayı", susmayı seçmişti.
Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü bir bütün değil midir?
Öyleyse "her türlü" baskıya karşı ses çıkarmak gerekmez mi?
Patron sansürü, devlet sansürü kadar tehlikeli değil midir?
İşte bu yüzden IPI hükümsüz kalmıştır bugün.
Onun devlet baskılarına karşı protesto işlevini de WAN ve WEF devralmıştır. X ülkesindeki diktatör veya baskıcı başbakan IPI'a değil, başka örgütlere kulak vermektedir. (Mesela Olimpiyatlar öncesi ve esnasında Çin'i rahatsız eden IPI değil, WAN ve WEF olmuştu.)
IPI'ın içine düştüğü "kimlik sorunu" bazı akıllı üyelerini rahatsız etmişti. Bir süre "acaba WEF'e mi katılsak?" diye tartışıldı. Ne yazık ki "küçük olma" kararı galebe çaldı. Keşke kendisini lağvetseydi. Çünkü bir "yaşlılar kulübü"ne dönüştü. Mali sıkıntılara sürüklendi. "Bağımlılık" riski arttı, imajı çok sarsıldı.
IPI'ın Türkiye'de bir de derneği var. Değerli meslek büyüğüm Sami Kohen birkaç yıl önce bu derneği canlandırdığında, faaliyet alanının sadece gazetecilik eğitimi olmasını alkışlamış, gençlere ders vererek katkıda bulunmuştum. Sadece eğitim ile sınırlı faaliyet, bugün anlıyorum ki, isabet olmuş.
Yanlış anlaşılmasın: Başbakan'ın çıkışı eleştiriyi hak ediyor. Ama eleştiriler de doğru yerlerden, "her türlü" baskıya gelmeli. Bunun için WAN/WEF'in yanı sıra, Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), Kaygılı Gazeteciler Komitesi (CCJ) ve Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) ile Sınır Tanımayan Gazeteciler'e (RSF) kulak vermek doğru olur, IPI'a değil..
Not: Oktay Ekşi dün de "basın özgürlüğü" tiradını sürdürmüş. Daha sağlıklı bir sonuca ulaşması için Emin Çölaşan'ın "Kovulduk Ey Halkım" adlı kitabını okumasında ve köşe yazarı Zeynep Atikkan'ın neden Hürriyet'ten atıldığını soruşturmasında yarar var.