kapat
E-gazete
|
Hava Durumu
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
English
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
15 Eylül 2008, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
ÜLKÜ TAMER

Kalem gibisi var mı!

Kalem deyince Doğan Hızlan'ı anmamak mümkün mü... Yazarın kalemle ilişkisini en iyi anlayanlardan biri sanırım odur. Kolleksiyon meraklısı bir yazara en yakışanı yaptı yıllar önce, dolmakalem toplamaya başladı. Dolaplar dolusu dolmakalemi var şimdi. Otursun, hangi marka kalemin hangi yıl yapılan hangi modelinde ne gibi özellikler var, uzun uzun anlatsın.
O kadarına aklım ermez benim. Ama kalemin yeri bir başkadır içimde. Kurşunkalemin. Dolmakalemin. Tükenmeze kanım hiç ısınmadı. Şiirlerimi, öykülerimi hep kurşunkalemle ya da dolmakalemle yazdım.
Bembeyaz boş bir kağıdın üstünde duran bir kalem... Dünyanın en çekici görünümlerinden biri.
Bilgisayar hiç keyif vermiyor bana. Ama çevirilerimi ister istemez onunla yapıyorum. Dünyanın kolaylığını sağlıyor. Başa al, düzelt, değiştir... Eskiden yazı makinemi, Erika'yı kullanırdım. Çeviriyi bitirdikten sonra düzeltip temize çekmek hamallıktan başka bir şey değildi.
Burada Erika'm için bir parantez açmalıyım.
Ona sahip olduğumda yedi yaşındaydım.
Babam yazıhaneye yeni bir yazı makinesi almış, yedi yıldır kullandığı yaşıtım Erika'yı eve getirmişti.
Dunlop Garajı'nın üstündeki yazıhaneden tanıyordum onu. Arada bir başına oturur, uzun uzun aradığım harflerle adımı yazmaya çalışırdım.
Gülerek bana uzattı Erika'yı. "Artık bu senin," dedi. "Ama arada bir ben de kullanacağım... Ona göre."
O gün bir dosya kağıdı taktım Erika'ya. En tepeye büyük harflerle "EV GAZETESİ" yazdım. Altına da evden haberleri sıralamaya başladım. Babam, annem, ninem, kardeşlerim o gün neler yapmış... Hangi yemekler pişirilmiş... Havva Bacı, Zeynep halaya neler söylemiş... Saatlerce uğraştım sabırla. Sonunda sayfayı iyi kötü doldurabildim. Gazetemi kapının yanına raptiyeledim.
Gündelik düşünüyordum gazetemi. Hemen ertesi gün haftalığa çevirdim. Hem ev haberleriyle dolduramıyordum, hem de bir kelimeyi yazmak yaklaşık iki dakikamı alıyordu.
İlkokulu bitirip de İstanbul'a yatılı okula gidince, Erika'mı da götürdüm. Nereye gittimse taşıdım onu. Ben hastalandım, Erika'm sapasağlam kaldı. O kadar yıl içinde hiç "hastanelik" olmadı. Sadece bir tek kere "yıkama-yağlama" ya girdi, o kadar.
Evet. Erika'mın yeri ayrı. Benimle birlikte az çile çekmedi. Yakın zamana kadar, bütün çevirilerimi onunla yaptım.
Hamilton'ın Mitologya'sı, Aytmatov'un Toprak Ana'sı, Cemile'si, Öğretmen Duyşen'i... Hemingway'ler, Steinbeck'ler, Faulkner'lar, Edita Morris'ler, Tibor Dery'ler... Hangi birini sayayım... Euripides'den, Shakespeare'den Çehov'a, Brecht'e, Ionesco'ya kadar onlarca oyun... Hepsinde Erika'mın emeği var.
Şimdi arada bir kısa yazılar için buluşuyoruz. Hemen hüzünlü bir sevgi iletişimi kuruluyor aramızda. "Ya sen kafayı yedin, Ülkü," diyorum, "ya da makine değil bu, canlı bir varlık."
Ama özgün bir şeyler üretmek... Kalemden başka bir şey düşünemiyorum. Kalem bir araç değil o anda. Kendimle kendim baş başa kalıyorum. Ben bana. Araya mekanik bir şeyler girmiyor.
Bilgisayarla yazmayı denedim bir kaç kere. Olmadı. Beynim başka türlü işlemeye başladı sanki. Yazdığımla arama microsoft, file, edit, insert, format gibi şeyler girdi. Tepede bir sürü şekil de cabası.
Kafanızdakini ekrana aktaran sanki siz değilsiniz, o teknoloji.
Bu, yazdığınızı da etkiliyor elbet. Bir sıcaklık ortadan kalkıyor, çabanız "mekanik"leşiyor. Biçimle birlikte öz de etkileniyor.
Bunun sadece benim için geçerli olduğunu hiç sanmıyorum. Yerli yabancı, yazılan o kadar yapıta bakıyorum da (pek ender ayrıcalıklar dışında), yeni bir ortak dilin yaratılmaya başlandığını görüyorum.
Bembeyaz bir kağıda eğilmek başka şey. Yaratılmış hiç bir şey yok orada. Yaratmaya sen başlıyorsun.

Bilgisayarla birlikte "best seller" yazarlarımızın sayısında da bir patlama oldu. Acaba bilgisayar yaygınlaşmasaydı bu kadar çok yazarımız olur muydu? Yazdıkları, şimdi yazdıklarına benzer miydi?
Orhan Kemal'i hatırlıyorum. İkbal Kahvesi'nde bir masaya oturur, kağıdını önüne koyar, kalemini alıp başlardı yazmaya. Bilgisayar başında düşünemiyorum onu. Ya da Sait Faik'i. Ya da Dostoyevski'yi. Jack London'ı. Ne bileyim ben, Exupery Küçük Prens'i bilgisayarda yazsaydı, belki koca bir bilimkurgu romanı çıkarırdı ortaya; bugün de televizyonda dizifilm olarak izlerdik.