kapat
E-gazete
|
Hava Durumu
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
English
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
14 Eylül 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
Pazar SABAH  
METİN SEVER

Kenan Evren hâlâ 'tonton bir dede', ya siz!

12 Eylül 1980 darbesinin 28. yılındayız. Terörü önlemek için gelen askerler, toplumun en küçük hücresine kadar nüfuz eden devlet terörünü yarattılar. Türkiye, korku ve dehşet toplumu oldu, 650 bin kişi gözaltına alındı. 50 kişi idam edildi. Darbenin üzerinden 28 yıl geçti. Darbe ruhu hâlâ üstümüzde dolaşıyor. Çünkü hesaplaşamadık. Hesap soramadık. Genç kuşaklar Kenan Evren'i, 'apoletli medya' sayesinde tonton bir dede, Marmaris ressamı olarak biliyor. Yapılanlar unutuldu, unutturuldu. 'Marmaris ressamı', boşuna "12 Eylül 1980'i unutmalıyız," demiyor. Çünkü yaptıklarının farkında. Unutulmazsa bir gün dünyadaki diğer örnekleri gibi hesap sorulmasından korkuyor. Ve yaptıklarının hesap sorulacak şeyler olduğunu biliyor. Aşağıda okuyacaklarınız bir Nazi kampında değil, Türkiye'deki cezaevlerinde yaşandı. Ertuğrul Mavioğlu'nun Asılmayıp Beslenenler-Bir 12 Eylül Hesaplaşması ve Neyyire Özkan'ın Diyarbakır, Diyarbakır isimli kitaplarından derlediğim aşağıdaki tanıklıkları, 12 Eylül'ü yaşamayan, bilmeyen genç kuşaklar okusun istedim. "Havalandırmanın ortasında bir kanalizasyon çukuru vardı. 'Hepiniz o çukurun içine gireceksiniz,' diyorlardı. Her tarafımız bok oluncaya kadar çukurun içinde bekler, sonra dışarı çıkar beklerdik. Herkes çukurun içine girip çıktıktan sonra gardiyan kontrol ederdi. Kimin üzerinde az bok bulursa onu fena halde döverdi. Yıkanmak yasaktı. O boklar üzerimizde kururdu. Bu nedenle, yataklarımız, çarşaflarımız, üsümüz başımız hep bok kokardı. Bu uygulamalar tam üç buçuk yıl boyunca sürdü. Koğuşta insanların birbirleriyle konuşması, bakması, işaretleşmesi yasaktı. Öyle bir korku salmışlardı ki, yasaklar kendiliğinden yürüyordu."


"Hücrelerin önünde 'Çök,' diye bağırdılar. Yere oturdum. Yeniden üzerime saldırdılar. Vuruyorlar ve küfür ediyorlardı. 'Çökme böyle mi olur?' diyerek, herhangi bir hücrenin kapısını açıp tutuklulardan birisini çıkardılar. Hücreden çıkan, sesinin en yüksek tonuyla 'Ali bilmem ne, emir ve görüşlerinize hazırdır,' gibi bir şeyler söyledi. Bağırırken boyun damarları öyle bir şişti, öyle bir esas duruş durdu ki, görsen robot dersin. Tam bir robot. Asker dedi ki, 'Çök'ü öğret bunlara...' Nizami çöküş yaptı. Biz ona bakıp çöktük, ama tabii yine öğrenemedik. Bir daha, bir daha ve her defasında biraz daha ağır dayak yedik."

"Sinop Cezaevi'nde 3x4 metre boyutlarındaki hücrede, yüzlerce fare ile konuk olarak yaşadım. Dört fare ailesi vardı. Her aile 15-20 fareden ibaretti. Kapının altından geliyorlardı. Şefleri, kedinin biraz ufağını düşünün, işte o kadardı. Onlar benden ben onlardan korkuyordum. Pervasızca şiltenin üzerinde geziniyorlardı. Uyuyacağım zaman ayakkabılarımı çıkarıyordum, yere yüzü koyun uzanıp ellerimi ayakkabıların içine sokuyor ve her 15 saniyede bir ellerimi yere sürtüp ses çıkartarak onları ürkütüyordum. Fareler sürtünme hareketini görünce kapının altından içeri girmeye korkuyorlardı. Günlerce araba sileceği gibi ellerimi yere sürtüp ses çıkararak uyumaya çalıştım. Metris Cezaevi'ne geri döndüğümde Sinop'taki bu alışkanlığımı uzun bir süre üzerimden atamadım. Gece uykudayken ellerimi araba sileceği gibi oynattığım için arkadaşlar kollarımı tutarmış. Günler sonra normal uyku uyuyabildim."

"İhtiyar bir adam vardı 8. hücrede ve sesi hep kulağımın dibinde çınlıyordu; 'Ben Türküm, Türkoğlu Türküm. Ben Türküm, Türkoğlu Türküm.' Aynı tonda, aynı ses sürekli geliyordu. Bir gün hücrelerin kapısı açıldı. Yine o sesi duydum. 'Ben Türküm, Türkoğlu Türküm.' Aslında bakmamız yasaktı. Yine de kafamı kaldırdım. Derikli muhtarı karşımda duran o sesin sahibi. 65 yaşlarındaydı. İsmail'di adı. Türkçe'yi az bildiği için çok dövmüşler, ama yine de marşları ezberletememişler. Bunun üzerine bir şey dedirtecekler ya; 'Ben Türküm, Türkoğlu Türküm, diyeceksin,' demişler. O da her dakika tekrarlarmış. Yıllardır tanışırdık. Orada göz göze geldik. Beni görünce gözlerinden yaşlar akmaya başladı." Bunları okuduğunuzda hâlâ Kenan Evren'e ve onun şürekasına tonton bir dede olarak bakabiliyor musunuz? Bunları okuduktan sonra hâlâ Kenan Evren'i açılışlara davet eder misiniz? Bunları okuduğunuzda içiniz hâlâ acıyorsa, "İnsan olan, bir insana bunları nasıl yaşatır?" diye şaşırıyorsanız hâlâ umut var demektir. Çünkü 12 Eylül'de asıl ateş topu toplumsal belleğin yanı sıra toplumsal vicdan üstüne düştü. Çünkü idamlar, cinayetler, işkenceler devam ederken toplumun büyük kesimi darbenin gönüllü kulları olmayı kabul etti. Acılar, toplumsal vicdanın uzağına düştü. O ahlaki çürüme kokusu bugün ağırlaşarak devam ediyor. Yaşatılan vicdansızlıklarla toplumsal vicdan arasındaki mesafe sanılandan çok kısa, başka bir ifade ile yarık çok derin. Ve darbeciler yargılanmadan, yaşananlarla yüzleşmeden bu uçurumdan çıkamayacağız.