kapat
E-gazete
|
Hava Durumu
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
English
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
7 Eylül 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Yazarlar Çizerler
Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Emlak
 
24 Saat
24 Saat
H.B. Kahraman günümüz Türk ve İslam kültürünün probleminin çağdaşlaşma metodunda olduğu görüşünde.

Kandil simitten, mevlit şekerden, Ramazan çadırdan ötedir...

EVRİM ALTUĞ
Giriş Saati : 05.09.2008 22:48
Güncelleme : 06.09.2008 17:42
Sabah yazarı ve akademisyen Hasan Bülent Kahraman, Türkiye'de 'İslam ve Estetik' ilişkisi üzerine konuşurken "Türkiye kendine ait gerçekliği ancak simulasyonlarla yaşayan bir tür postmodern toplum haline gelmiştir," diyor. Bu yüzden, kandiller simitten, Ramazanlar çadırdan, mevlitler de şekerden öteye gitmiyor..
Ramazan ayı boyunca, kentlerde oluşturulan iftar çadırlarının işlevi, verilen iftar davetlerinin ve dini medya yayınlarının arkalarındaki siyasi ve kurumsal çıkarlar ile, tüketim kültürünün Ramazan veya öteki dini ritüelleri 'değerlendirme' biçiminde gözle görünür bir belirginlik yaşanıyor. Geçen hafta, İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Murat Belge ile başlattığımız 'İslam ve Estetik' tartışması da, bu 'doğal' ancak tedirgin edici karmaşanın sebeplerine odaklanmaya niyetleniyor. SABAH köşe yazarı ve Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi, eleştirmen Hasan Bülent Kahraman'a göre, Türkiye'de İslam ve estetik ilişkisinin hayata geçtiği bu dinamik manzaranın temelinde, değerlerini unutarak onu sadece görsellik bazında ve 'simulasyon' düzeyinde yaşamaya yönelen bir toplum var. Jean Baudrillard'ın felsefeye kattığı bir terim olan simulasyon, Fransız düşünür tarafından kısaca "Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte" olarak niteleniyor. Türkiye'deki İslam ve estetik ilişkisine bu yönüyle de bakmak gerektiğine işaret eden Kahraman, bu karmaşadan çıkış yolunun ise çağdaşlaşma metodunun yenilenmesiyle mümkün olabileceğini anlatıyor.

- Türkiye'deki gündelik hayatta, estetik meselesinin teorik ve felsefi olmaktan ziyade, pratikte yaşama ne ölçüde sirayet ettiği üzerine sizinle konuşalım. Ramazan ayında veya dini bayram ya da kandil günlerinde bu yöndeki arayışın özellikle şehirlerde daha bir ön planda olduğunu görüyoruz... Siz bu hali onaylıyor musunuz?
-
Onaylamadan, şuna değineyim: Acaba İstanbul'un beşeri coğrafyası, bir Londra, bir Paris veya bir New York gibi, 'kozmopolit' bir yapıya sahip değil midir? Öncelikli olarak bu sorudan İstanbul'a baktığımız zaman, kentte çok küçük bazı parantezler dışında fazla kozmopolit bir yer olmadığı sonucunu çıkarırız. Dolayısıyla Türkiye, farklı kültürel kesimlerden gelse bile, insanların farklı kesimlerden gelerek temel tercihler etrafında buluştuğu büyük kentler yaratmıştır. Yani, İstanbul'da, eğer Osmanlı'da olduğu gibi, birbirine iyi kötü denk sayılabilecek birtakım nüfuslar, gayrimüslimler barınıyor olsa idi ya da kentte çok farklı uluslardan gelen, Londra veya New York'ta gördüğümüz gibi, Pakistanlıların, Hintli veya Karayipli ya da Güney Afrikalıların cemaatleri yer alsa idi, o zaman İstanbul'a kozmopolit bir kent diyebilirdik. Halbuki, İstanbul'a baktığımız zaman, karşımıza şu çıkıyor: İstanbul geniş ölçüde, Anadolu kentlerinin küçük birer 'simulasyon'u..

-Peki aynı durum 'getto'laşmış, özel güvenlikli burjuva mahalleleri veya 'rezidanslar' için de yaşanmakta mı?
- İstanbul'da daha üst gelir grubunda yaşayanlara -ki en üstte yer almaları da şart değildir, derece derecedirler- baktığımızda, her birinin kendisini bir tür 'gated community' haline getirdiğini görürüz. Yani, duvarlar örülmüş, kapılar çekilmiş ve dışarıyla bağlantı kesilmiştir. Bu, Etiler Ulus'taki sitelerden başlar, ta Kemerburgaz'daki Uskumruköy'e kadar sürer, gider. Yani İstanbul, aslında birbirine kapalı toplumsal birimlerden oluşmakla birlikte, bütününe baktığımızda -ki kendini 'Kürt' diye tanımlayanlara bir itirazım yoktu - 'Türk'tür, Anadolu'dan gelmiştir ve Müslüman bir kitledir. Böyle bir topluluk, zaten öncelikle simulasyona dayalı bir kent yaratır. Çünkü Zeyrek'e gittiğinizde, oradaki Siirtli veya Vanlılar, orada küçük bir Siirt veya Van yaratma çabasındadır. Veya İstinye'ye gittiğiniz zaman, oradaki Karadenizliler veya Reşitpaşalılar, orada küçük bir Karadeniz'i yaratma gayretini gösterir. Dolayısıyla, kendine ait otantik gerçek ve gerçeklikten kopmuş, onu da ancak simulasyonlarla yaşayan, benzersiz bir Postmodern topluluklar toplumu haline gelmiştir. Yani Siirt'i andıran, ya da Avcılar'a gittiğinizde Kars'ı andıran bir küçük topluluklar bütünü ortaya çıkıyor.

-Böyle bir şehirde, daha 'genel bir estetik'ten nasıl söz edeceğiz peki?
- Bunun yanıtı için öteki kentlere yönelebiliriz; gezdiğim tüm yörelerde, tatil beldelerinde egemen olan bir işportacılık söz konusu bugün. Apartmanların girişleri, han kapıları, eşikler, sokaklar ve kaldırım ile caddeler, bizim eskiden 'işportacı' tezgâhında veya arabalarında gördüğümüz malların yere indirilip sabitlendiği bir doku çeşitliliğini karşımıza çıkarıyor. Ankara, İzmir, Eskişehir, Samsun, Afyon, her yerde böyle bu. O zaman şunu söylemek mümkün. Taşranın büyük kente benzetilmeye çalışıldığı dönemden, kentin taşraya benzetilmeye çalışıldığı bir 'yerlileştirme'nin olduğu bir döneme geçmiş durumdayız. Bu çokluk durumu, bize bir estetik bütünlük verir mi? Bu mümkün değil. Peki böyle bir arayışın bir anlamı var mı? Elbette var. Ama bunun için bir emir kumanda zinciri içinde estetiğin dayatıldığı biçimde değil de, asgariden yola çıkarılarak oluşturulabilecek bir estetik dokunun oluşumuna dönük bir çabanın görülebileceği belediye hizmetleri, yerel yönetimden elbette ve haklı biçimde talep edilmeli ve beklenilmelidir.