kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 30 Ağustos 2008, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
MEHMET BARLAS
BAŞYAZI

Çocuklar gibi sonu önceden bilinen masalları seviyoruz...

Önce çocukları, sonra da torunları sayesinde insanın gelişim sürecini izleyenler, değişmeyen bir duruma mutlaka dikkat etmişlerdir.
Çocuklar belirli yaşa kadar sürprizden hiç hoşlanmaz.
Aynı masalları tekrar tekrar dinlerler ve bu masalların nasıl sonuca bağlandığını önceden bilmenin rahatlığını yaşarlar.
Günümüzde de videolardaki çocuk filmleri için durum farksız.
Aynı kahramanların aynı konuyu canlandırdığı filmleri, çocuklar defalarca seyrediyorlar. Hiç yeni film görmek ve farklı bir sonuçla karşılaşmak istemiyorlar.
Çocuklardaki tür "Rahatçılık" ve yeniliğe kapalı olmak ileri yaşlarda da devam etseydi, insanlık ne bir buluş yapabilir, ne de değişime ayak uydurabilirdi.
Ama bazı toplumlarda ve bazı bireylerde, bu nitelik ileri yaşlarda da sürer.
Böyle durumlarda "Tartışılmazlar"ın yoğunlaştığını, slogancılığın yaygınlaştığını, siyaset ve düşünce hayatının bir tekrardan öteye gitmediğini görürsünüz.

Yeni olan tehlikelidir
Yeni, farklı ve hatta evrensel gerçeğin öğeleri olan şeyler bile, söz konusu kesimler ve bireyler için tehlikelidir, tehdittir ve hatta ihanettir.
Bunu doktriner ideolojileri benimsemiş olanlarda da, bağnaz dini cemaatlerde de görebiliriz.
Böylesine hareketli bir coğrafyada ve her çeşit farklılıkların meşheri olan bir iklimde bulunmamıza rağmen, bizim de genellikle çocukça bir rahatçılık içinde, kendi kendimizi tekrardan hoşlandığımızı görmemek imkansız.
Şu anda içinde bulunduğumuz hem devlet kurumlarının hem de siyasi kesimlerin birbiriyle hesaplaşmaları süreci, bir nevi çocuk masallarındaki gibi bitmeyen bir tekrardır.
Dış konjonktür ne tür dalgalanmalar içinde olursa olsun, bu iç hesaplaşmanın tarafları, sadece kendi hesaplarını ön planda tutarlar.
Şükrü Hanioğlu'nun Osmanlı'nın son dönemini ele alan çalışmasını (Late Ottoman Empire/ Princeton University Press/ 2008) okurken, Abdülaziz'in halledilmesi ve Abdülhamid'in tahta geçişi döneminin, bugünün bütün özelliklerini taşıdığını görürsünüz.
Dışarıda Osmanlı'nın paylaşılmasına dayalı konjonktür tüm ağırlığı ile varlığını hissettirirken, içeride ise Saray ile Babı Ali arasındaki mücadele sürmektedir. Tanzimatçı paşaların başlattığı Batı reformculuğu, Mithat Paşa'nın anayasacılığı ile 1876'ya yansımış ve sonra da siyasetin "Saray'a sadakat" olarak algılanacağı tek sesli dönem başlamıştır.

Çöküş kaçınılmazdı
Bu iç hesaplaşmaların dış konjonktürün algılanmasını nasıl engellediğini ve "Çöküş"ün nasıl geldiğini tarih kitaplarından biliyoruz.
Biz Türklerin bir değişmez özelliğimiz de "Devlet"i kutsamamıza karşın, devleti ancak bizimle aynı safta olanların yönetmesi halinde sevmemiz gerçeğidir. "Kutsamak" ile "sevmek" aynı anda her kesim için söz konusu değildir. Hiç eksilmeyen "Düalizm" imiz ise sadece "yeni" ile "eski" arasında veya üniversite ile medrese yahut düzenli ordu ile yeniçeri arasında değildir.
Çünkü zaman zaman en yeni olan en eskiyi temsil edebilmektedir.
Örneğin AK Parti "yeni"dir. Ama AK Partili yöneticiler alkollü içkilerin satışını ve kullanımını vesile ederek en eski olan "bağnaz yasakçılık" yanlısı olmaktadırlar. Bunun gibi en yeni ve en modern kurum olarak bilinen Silahlı Kuvvetler'in sözcüleri, çokseslilik ve demokrasi karşısında "İç ve dış düşmanlar" ezberi seslendirmeyi değişmez alışkanlık haline getirebilmektedirler.
Kısacası hiç büyümeyen bir çocuklar topluluğunda yaşarmış gibiyiz.

Her şey önceden belli
Kimin, neyi ne zaman söyleyeceği, kimin kimle kan davalı olacağı, hangi devlet kurumunun hangi siyaset kurumuna ne zaman gol atacağı önceden bilinmektedir.
Bu arada dış konjonktürdeki dalgalanmalar, globalleşmenin getirdiği değişim ve bilişim çağının yansıttığı farklılıklar dikkate alınmamaktadır.
Bu çocukça ezbercilikler sonucu "Kürt Realitesi"nin "Kürt Sorunu"na, "Kıbrıs Sorunu"nun da "Kıbrıs Krizi"ne dönüşmesini yaşamadık mı? Cumhuriyet 100'üncü yaşına yaklaşıyor ama hala "Cumhuriyet'in İlkeleri" konusunda birbirimizle kavga ediyoruz.
Aslında bıktırıcı bir süreç ve yorucu bir durum bu.
Ama biz böyleyiz işte.
Bu çemberi kırabilseydik herhalde en azından Yunanistan'la aynı zamanda ve en acısı Kıbrıs Rumlarından önce AB'ye girmiş olurduk.
1990'a kadar "Demirperde ülkeleri" diye bilinen Polonya'dan, Macaristan'dan ve hatta Bulgaristan'dan daha fazla Avrupa Birlikçi olmaz mıydık?