kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 25 Ağustos 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
MÜZE MÜZE GEZEREK ARAŞTIRMA YAPTI ... Orhan Pamuk, ilk çalışmalarına 10 yıl önce başladığı, yazımını ise 6 yılda tamamladığı son romanı Masumiyet Müzesi için yoğun araştırma yaptı. Çocukluğunda duyduğu, esas olarak 1975 ile 1984 arasında geçen ama günümüze kadar uzanan bir hikâyenin anlatıldığı romanı için Pamuk pek çok müze gezdi. 592 sayfa ile bu eser Pamuk’un en uzun romanlarından biri.

Merhamet Apartmanı

Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un son romanı Masumiyet Müzesi'nden bir bölüm daha ilk kez SABAH'ta..
Annem Merhamet Apartmanı'ndaki daireyi bundan yirmi yıl önce, biraz yatırım yapmak, biraz da arada bir gidip kafasını dinleyip oyalanacağı bir yer olsun diye almış; ama kısa sürede, burasını modasının geçtiğine karar verdiği eski eşyaları ve yeni satın alıp hemen bıktığı şeyleri attığı bir yer olarak kullanmaya başlamıştı. Çocukluğumda, iri servi ve kestane ağaçlarının gölgelediği, çocukların futbol oynadığı arka bahçesini sevdiğim apartmanın adını eğlenceli bulur, bu adın annemin anlatmaktan hoşlandığı hikayesini severdim.
1934'te Atatürk'ün bütün Türk milletine soyadı almasını şart koşmasından sonra, İstanbul'da yeni yapılan pek çok binaya aile adları verilmeye başlanmıştı. O zamanlar İstanbul'da sokak adları ve numaraları tutarlı olmadığı ve tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, büyük ve zengin aileler, içinde hep birlikte oturdukları büyük konaklarla, binalarla özdeşleştirildikleri için bu yerindeydi. (Hikayemde sözünü edeceğim pek çok zengin ailenin kendi adını taşıyan bir apartmanı vardır.) Aynı yılların bir başka eğilimi, binalara yüce ilkelerin, değerlerin adlarını vermekti; ama annem yaptırdıkları apartmana "Hürriyet", "İnayet", "Fazilet" gibi adlar verenlerin, aslında bütün hayatlarını bu değerleri çiğneyerek geçirmiş kişiler arasından çıktığını söylerdi. Merhamet Apartmanı'nı, Birinci Dünya Savaşı sırasında şeker ticareti yapan karaborsacı yaşlı bir zengin, vicdan azabıyla yaptırmaya başlamıştı. Adamın apartmanını vakfedip gelirini fakirlere dağıtacağını anlayan iki oğlu (birinin kızı ilkokulda sınıf arkadaşımdı), babalarının bunadığını doktor raporuyla kanıtlayıp onu düşkünler evine atmışlar, binaya el koymuşlar, ama çocukluğumda benim tuhaf bulduğum adını değiştirmemişlerdi.
Ertesi gün, 30 Nisan 1975 Çarşamba saat iki ile dört arasında Merhamet Apartmanı'ndaki dairede Füsun'u bekledim, ama gelmedi. Kalbim hafifçe kırılmış, kafam karışmıştı; yazıhaneye dönerken derin bir huzursuzluk hissediyordum. Ertesi gün daireye sanki huzursuzluğumu yatıştırmak için yeniden gittim. Ama Füsun gene gelmedi. Havasız odalarda annemin oraya bırakıp unuttuğu eski vazolar, elbiseler, tozlar içindeki eski eşyalar arasında çocukluğumun ve gençliğimin unuttuğumu bile bilmediğim pek çok hatırasını babamın acemice çektiği eski fotoğrafları tek tek görüp hatırlıyor, eşyaların bu gücü sanki huzursuzluğumu yatıştırıyordu.
Ertesi gün Satsat'ın Kayseri bayii (ve askerlik arkadaşım) Abdülkerim ile Beyoğlu'ndaki Hacı Arif'in lokantasında öğle yemeği yerken, iki gün üst üste boş daireye gidip Füsun'u beklememi utanç içinde hatırladım. Füsun'u, sahte çantayı, her şeyi utançla unutmaya karar verdim. Ama yirmi dakika sonra saatime bir daha baktım, Füsun'un belki de o anda çantanın parasını iade etmek için Merhamet Apartmanı'na doğru yürüdüğünü hayal ettim ve Abdülkerim'e bir yalan atıp yemeği hızla bitirerek Merhamet Apartmanı'na koştum.
Apartmana girdikten yirmi dakika sonra, Füsun kapıyı çaldı. Yani kapıyı çalan Füsun olmalıydı. Kapıya yürürken, dün gece rüyamda ona kapıyı açtığımı gördüğümü hatırladım. Elinde bir şemsiye vardı. Saçları ıslaktı. Üzerinde sarı puantiyeli bir elbise.
"Aa, artık beni unuttun zannediyordum. Gir içeri."
"Rahatsız etmeyeyim," dedi. "Parayı vereyim, gideyim." Üzerinde Üstün Başarı Dersanesi yazan, kullanılmış bir zarf vardı elinde, ama almadım. Omzundan tutup onu içeri çektim ve kapıyı kapadım.
"Çok yağıyor," diye attım kafadan, aslında yağmuru fark etmemiştim. "Otur biraz, boşuna ıslanma. Çay yapıyorum, ısınırsın." Mutfağa gittim.
Geri döndüğümde, Füsun annemin eski eşyalarına, antikalara, biblolara, toz içindeki saatlere, şapka kutularına, ıvır zıvıra bakıyordu. Onu rahatlatmak için, araya şakalar sıkıştırarak annemin bu eşyaları Nişantaşı'nın, Beyoğlu'nun son moda dükkanlarından, dağılan paşa konaklarından, yarısı yanmış yalılardan, antikacılardan, hatta boşaltılmış tekkelerden ve Avrupa seyahatlerinde gittiği çeşit çeşit dükkandan bir hevesle alıp, biraz kullandıktan sonra buraya yollayıp, tamamen unuttuğunu anlattım. Bir yandan da naftalin ve toz kokan dolapları açıp içindeki top top kumaşları, çocukluğumuzda ikimizin de bindiği üç tekerlekli bir bisikleti, (bizim eskilerimizi annem yoksul akrabalara dağıtırdı) bir lazımlığı, annemin, "Bak bakayım, orada mıymış?" dediği kırmızı çiçekli Kütahya vazoyu, sonra onun kutu kutu şapkalarını gösteriyordum.
Kristal bir şekerlik bize eski bayram yemeklerini hatırlattı. Çocukluğunda bayram sabahları Füsun anne-babasıyla bize ziyarete geldiğinde akide, badem şekeri, badem ezmesi, hindistancevizli aslan şekeri ve lokumdan bir karışım bu şekerlik içinde ikram edilirdi.
"Bir kurban bayramında sizinle sokağa çıkmış, sonra arabayla gezmiştik," dedi Füsun gözleri parlayarak.
Gezimizi hatırladım: "O zamanlar çocuktun," dedim. "Şimdi çok güzel, çok çekici bir genç kız olmuşsun."
"Teşekkür ederim. Artık gideyim." "Daha çayını içmedin. Yağmur da dinmedi." Onu balkon kapısının önüne çektim, tülü hafifçe araladım.
Yeni bir mekana, bir eve ilk defa gelmiş çocukların, hayatın sillesini daha yemediği için hala her şeye karşı meraklı ve açık kalabilen genç insanların yapabildiği gibi pencereden dışarıya ilgiyle baktı. Ensesine, boynuna, yanaklarını o kadar çekici yapan tenine, teninin üzerindeki uzaktan fark edilmeyen sayısız küçük bene (anneannemin de tam burasında kocaman bir et beni yok muydu?) bir an istekle baktım. Elim sanki bir başkasının eliymiş gibi kendiliğinden uzanıp saçlarına takılı tokayı tuttu. Dört tane mine çiçeği vardı tokanın üzerinde.
"Saçların çok ıslanmış."
"Dükkanda ağladığımı kimseye söylediniz mi?" "Hayır. Ama neden ağladığını da çok merak ettim."
"Niye?"
"Seni çok düşündüm," dedim. "Çok güzelsin, çok başkasın. Küçük, şeker, esmer bir kız çocuğu olarak seni çok iyi hatırlıyorum. Ama bu kadar güzelleşeceğin benim de aklıma gelmezdi."
İltifata alışmış güzel ve terbiyeli kızların yaptığı gibi ölçülü bir şekilde gülümserken, kaşlarını da kuşkuyla kaldırdı. Bir sessizlik oldu. Benden bir adım uzaklaştı.
"Şenay Hanım ne dedi?" diyerek konuyu değiştirdim. "Çantanın sahte olduğunu kabul etti mi?"
"Sinirlendi. Ama çantayı bıraktığınızı, parayı istediğinizi anlayınca, işi büyütmek istemedi. Benim de konuyu unutmamı istedi. Çantanın sahte olduğunu biliyordu sanırım. Buraya geldiğimi bilmiyor. Öğle vakti gelip paranızı aldığınızı söyledim ona. Şimdi gitmeliyim."
"Çay içmeden olmaz!"
Mutfaktan çayını getirdim. Çayı hafifçe üfleyerek soğutuşunu, sonra yudum yudum dikkatle ve aceleyle içişini seyrettim. Hayranlık ile utanç, şefkat ile sevinç arasında bir duyguyla... Elim kendiliğinden uzandı ve saçlarını okşadı. Başımı yüzüne yaklaştırdım, gerilemediğini görünce dudağının kenarından bir an öptüm. Kıpkırmızı oldu. İki eli sıcak çay fincanıyla meşgul olduğu için kendini benden koruyamamıştı. Bana hem kızmıştı hem de aklı karışmıştı, bunu da hissettim.
"Öpüşmeyi çok severim," dedi gururla. "Ama şimdi, sizinle tabii hiç olmaz."
"Çok öpüştün mü?" dedim beceriksizce çocuksu olmaya çalışarak.
"Öpüştüm tabii. Ama o kadar."
Erkeklerin aslında ne yazık ki hep aynı olduğunu bana hissettiren bir bakışla odaya, eşyalara, kötü niyetle yarım yapılmış gözükmesini istediğim kenardaki mavi çarşaflı yatağa son bir bakış attı. Kafasında durumu özetlediğini gördüm; ama aklıma, belki de utançtan, oyunu sürdürecek hiçbir şey gelmedi. Bir dolapta gözüme çarpan turistler için üretilmiş bu fesi şirinlik olsun diye sehpanın üzerine koymuştum. Para dolu zarfı ona yasladığını odada gözlerimi gezdirirken fark ettiğimi gördü, ama gene de "Zarfı oraya bıraktım," dedi.
"Çayını içmeden gidemezsin."
"Geç kalıyorum," dedi, ama gitmedi.
Çayımızı içerken, akrabalardan, çocukluğumuzdan, ortak hatıralarımızdan kimseyi iğnelemeden, kötülemeden söz ettik. Annesinin çok saygısı olduğunu söylediği annemden hep korkarlardı, ama çocukluğunda ona en çok da annem ilgi göstermiş, dikişe geldiklerinde oynasın diye bizim oyuncaklarımızı, Füsun'un sevdiği ve bozmaktan korktuğu kurmalı köpekle tavuğu vermiş, güzellik yarışmasına kadar her yıl doğum günlerinde şoför Çetin Efendi'yle ona hediyeler yollamıştı: Bir kaleydoskop vardı mesela hala sakladığı... Annem ona bir elbise yollarsa hemen küçülmesin diye birkaç numara büyüğünü alırdı. Bu yüzden ancak bir yıl sonra giyebildiği iri çengelli iğneli bir İskoç eteği vardı; onu o kadar sevmişti ki, daha sonra moda olmadığı halde mini etek olarak giymişti. O etekle onu bir keresinde Nişantaşı'nda gördüğümü söyledim. İnce beline, güzel bacaklarına gelen konuyu hemen değiştirdik. Kafadan çatlak bir Süreyya Dayı vardı. Almanya'dan her gelişinde artık birbirinden kopmakta olan ailenin bütün kanatlarını tek tek törenle ziyaret eder, herkes onun sayesinde birbirinden haberdar olurdu.
"Birlikte araba gezintisine çıktığımız o kurban bayramı sabahında, evde Süreyya Dayı da vardı," dedi Füsun heyecana kapılarak. Hızla yağmurluğunu giydi. Şemsiyesini aramaya başladı. Bulamıyordu çünkü, mutfağa gidiş gelişlerimde, kaşla göz arasında şemsiyeyi girişteki aynalı dolabın arkasına atmıştım.
"Nereye koyduğunu hatırlamıyor musun?" dedim onunla birlikte ve daha sıkı bir şekilde şemsiyeyi ararken. "Buraya bırakmıştım," dedi masumca, aynalı dolabı gösterdi.
Birlikte bütün daireyi ararken, saçma denecek yerlere bile bakarken, ona magazin basınının gözde deyimiyle "boş vakitlerinde" ne yaptığını sordum. Geçen sene puanı istediği bölümü tutmadığı için üniversiteye girememişti. Şimdi Şanzelize Butik'ten geri kalan vakitlerinde, üniversite sınavına hazırlanmak için Üstün Başarı Dersanesi'ne gidiyordu. Üniversite sınavına bir buçuk ay kaldığı için çok çalışıyordu. "Hangi bölümü istiyorsun?" "Bilmiyorum," dedi biraz utanarak. "Aslında konservatuara girip oyuncu olmak isterdim." "O dersanelerde boşu boşuna geçer vakit, hepsi birer ticarethane," dedim. "Zorlandığın konular varsa, özellikle matematik, buraya gel, ben her öğleden sonra burada kapanıp bir süre çalışıyorum. Sana çabucak gösteririm."
"Başka kızlara da matematik gösteriyor musun?" dedi. Aynı alaycı ifadeyle kaşları yukarı kalktı.
"Başka kızlar yok."
"Sibel Hanım bizim dükkana geliyor. Çok güzel, çok hoş bir kadın. Ne zaman evleneceksiniz?"
"Bir buçuk ay sonra nişanlanıyoruz. Bu şemsiye olur mu peki?"
Annemin Nice'den aldığı yazlık şemsiyeyi gösterdim. Elinde o şemsiyeyle dükkana tabii ki dönemeyeceğini söyledi. Üstelik artık buradan çıkmak istiyordu ve şemsiyesini bulup bulmamak da o kadar önemli değildi. "Yağmur dinmiş," dedi sevinçle. Kapıdayken onu bir daha hiç göremeyeceğimi telaşla hissettim. "Lütfen, bir daha gel ve yalnızca çay içelim," dedim.
"Kızmayın Kemal Ağabey, ama bir daha gelmek istemiyorum. Gelmeyeceğimi de biliyorsunuz. Merak etmeyin, beni öptüğünüzü kimseye söylemem." "Şemsiye ne olacak?"
"Şemsiye Şenay Hanım'ın ama kalsın," dedi ve duygusallığı eksik olmayan, acele bir hareketle beni yanağımdan öpüp gitti.
Haberin fotoğrafları