kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 14 Temmuz 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
ERDAL ŞAFAK

Türkiye kompleksi

Her 3 Fransız'dan 2'sinin başarısız bulduğu Nicolas Sarkozy dün 14 aylık cumhurbaşkanlığının en mutlu gününü (Özel hayatını, örneğin Carla Bruni ile evlendiği günü hariç tutuyoruz) yaşadı.
Nasıl sevinmesin; 1999'da ABD Başkanı Clinton'un düşkırıklığıyla sonuçlanan girişiminden bu yana İsrail ve Suriye liderlerini aynı masada aralarında epeyce mesafe ve konuk olsa dabuluşturmayı başaran Avrupalı şahsiyet (Bu nokta onun için çok önemli; zira AB'nin liderliğine oynuyor) oldu.
Peki, Sarkozy kendisinin ve selefinin (Jacques Chirac) Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin 14 Şubat 2005'te suikastte can vermesinden bu yana Suriye'ye karşı izledikleri tecrit politikasından niye birdenbire vazgeçiverdi? Niçin Paris ziyareti öncesi Fransız basınına verdiği mülakatlarda "Biz olduğumuz yerde duruyoruz, Avrupa bize geliyor" diyerek zaferin tadını çıkaran Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esat'ın iadei itibarına sağdıçlık yapmak için can attı? Neden İngiliz "The Independent" gazetesinin 30 yıllık Ortadoğu muhabiri Robert Fisk'in acımasız benzetmesiyle "Esat'ın çizmelerini yaladı?"

Neredesin Avrupa?
Bu soruyu yanıtlamak için İsrail ile Suriye'nin Türkiye'nin arabuluculuğuyla İstanbul'da yürüttükleri dolaylı görüşmelerle ilgili olarak Batı medyasındaki yorumlara göz atmak yeterli.
Kiminde Türkiye'nin 80 yıllık öfkelerini, kuşkularını ve korkularını yenerek Ortadoğu'ya dönmesinin meyvelerini toplamaya başladığı anlatılıyor.
Kiminde Ankara'nın izlediği çok yönlü diplomasinin Ortadoğu'da yeni dinamikleri harekete geçirdiğinden söz ediliyor.
Kimi dünyanın bu en sıcak bölgesinde son dönemde kaydedilen gelişmeleri (Üçünde de Türkiye'nin etkisi olan 2007 Kasım'ında Annapolis'teki İsrailFilistin barış konferansı, Lübnan'da 18 aylık siyasal krizin çözülmesi, Suriye ile İsrail'in yeniden diyalog kurmaları) saydıktan sonra, bu kilometre taşlarının hiçbirinde Avrupa'nın esamesinin okunmadığını vurguluyor.
Kimi Ortadoğu'nun Batı'dan (ABD ve Avrupa) bağımsız olarak kaderini ve geleceğini ele almaya başladığını, sorunlarını kendi içinde ve kendi aralarında çözmeye yöneldiğini söylüyor.
Kimi ise -ki Sarkozy'yi can evinden vuranlar onlar olsa gerek-Türkiye'nin dış politikadaki yeni açılımları ve yeni vizyonu sonucu (Başbakanlık Başdanışmanı Büyükelçi ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun kulakları çınlasın) Fransa'nın Ortadoğu'daki etkinliğinin neredeyse sıfırlanmak üzere olduğunu alarm zilleri çalarak duyuruyor. Dile kolay; 1860'ta Dürzi-Maruni çatışmasını durdurmak için Lübnan'a gönderilen Fransız birlikleriyle başlayan, 1916'daki Sykes-Picot Anlaşması ile Fransa'ya bırakılan, 1918'de Osmanlı'dan koparılan Suriye ve Lübnan'ın Milletler Cemiyeti kararıyla Fransız mandasına verilmesiyle meşrulaştırılan, 1943'te Lübnan'ın ve 1945'te Suriye'nin bağımsızlıklarını elde etmelerine kadar süregelen, ondan sonra bile Fransız diplomasisinin "Özel av alanı" kabul edilen bir bölgeden ve 150 yıl gibi hayli uzun bir dönemden söz ediyoruz.

Rüyalar ve gerçekler
Dün "Grand Palais"deki (Büyük Saray) "Akdeniz İçin Birlik"in kuruluş zirvesini "Zafer" ilan eden Sarkozy, bu girişimiyle Fransa'nın Ortadoğu'daki postunun bir bölümünü kurtarabilir mi? Cevap: Belki.
Belki; çünkü, iki koşula bağlı: 1-ABD'nin yeni yönetiminin Ortadoğu sahnesinin aktörleri kadrosuna Avrupa'yı, özellikle de Fransa'yı da katmayı kabul etmesi. 2-Türkiye'nin Fransa'ya Ortadoğu politikalarında kalfalık görevi vermeye razı olması.
Zaten dün zirvede neredeyse gözleri dolacak kadar heyecanlanan Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner de açıklamalarının satır arasında bu gerçeği itiraf etti: "Annapolis Konferansı, Lübnan'ın normalleşmesi ve Türkiye sayesinde İsrailSuriye görüşmelerinin başlamasıyla Akdeniz havzasında bir diyalog ruhu dolaşmaya başladı. Bir rüya gerçekleşmek üzere . "
Fransa şimdi 60 yıldır kabusa dönüşmesinde ciddi sorumluluğu bulunan bu düşlere ortak olmak için can atıyor. Ama bunun Türkiye kompleksini aşmadan, Ankara'nın desteğini almadan gerçekleşmeyeceğini de anlamaya başladı.
Anlaması yetmez, kabullenmesi de gerekiyor. Ve de o gerçeğin AB faslında gereğini yapması da. Ha gayret!