kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 30 Haziran 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
ÜLKÜ TAMER

"Amarcord"u Bandırma'da yaşamıştık

Tatil dönemi sürüyor. Kimileri işlerinin başına döndüler yine. Kimileri ise gün sayıyor.
Tatilin keyfini en çok çıkaranlar, öğrenciler elbet.
Öyle diyorum ama tanıdığım öğrencilere bakıyorum da "öyle tatil mi olur" diye düşünüyorum. Çoğu kitaplara gömülmüş. Kitaplar derken masallardan, öykülerden, romanlardan, şiirlerden söz etmiyorum. Rakamlarla, şemalarla, geometrik biçimlerle, savaşların, barış antlaşmalarının tarihleriyle doldurulmuş kitaplar...
Haziran sonunda ders çalışmaya koyulmuşlar yine.
İlkokuldayken, bütün öğrenciler gibi, yaz tatili yaklaştıkça içimdeki kıpırtılar artardı. Doğrusu şanslı çocuklarmışız.
Ne seçme sınavları, ne kurslar, ne de özel öğretmenler karartırdı tatillerimizi. Yaz, oyundu.
Yaz, benim için ayrıca yolculuktu.
Yaz tatilinde ilk yolculuğumu yurtdışına yapmıştım. Yurtdışı dersem, öyle Avrupa, Amerika, Uzakdoğu değil ... Antep'e neresi yakın? Suriye.
On üç yaşımda karneler dağıtılıp da tatil başlayınca, babam, annemle beni Suriye'ye, Lübnan'a göndermişti. Gezmek için. Halep, iki saat uzaklıktaydı Antep'e.
Doğrusu hiç yabancılık çekmemiştim Halep'te. Cumhuriyet öncesinde Antep'in bağlı olduğu ildi Halep. Neredeyse herkesle Türkçe konuşabiliyorduk. Antepçe konuşanlara bile rastlamıştık.
Yemekler bile aynıydı. Lahmacun, patlıcan kebabı, künefe ...
Oradan Şam'a, Beyrut'a geçmiştik. Bindiğimiz bütün arabaların radyolarında ya Ümmü Gülsüm'ün ya Abdülvahap'ın şarkıları çalınıyordu. Hiç yabancılık çekmemiş, kendimi Antep'te bellemiştim. Bellemiştim ama, ne Halep ne de Beyrut, Antep'in taşı olamazdı. Azez'den çıkıp da Tibil'den yurda girince benden keyiflisi yoktu!
Daha sonra annemle bir kere daha gittik Suriye'ye. Oradan Lübnan'a geçecektik. Ama gittiğimizin ertesi günü Halep'ten döndük. O gece Suriye'de ordu yönetime el koydu çünkü.
İlkokuldayken her tatilimde yolculuk oldu.
Dersler sona erdikten bir süre sonra ninemle Eskişehir'e giderdik. Halil Dayılara. Narlı'dan posta treni bizi iki günde Eskişehir'e atıverirdi. Garda Halil Dayı, Muzaffer Abla. Bir faytona biner, Odunpazarı'nın yolunu tutardık. İki hafta boyunca dayımın oğullarıyla oyunun her türlüsünü oynar, sokaklarda koşturur, terledikçe de Kalabak suyuna saldırırdık.
İki hafta sonra trenle Bandırma'ya giderdik. Bir haftalığına. Ali Dayılara. Ali Dayı, Ortaokul Müdürüydü. Bize torpil yapardı. Geceleri bir sınıfın penceresinden okulun bahçesindeki yazlık sinemayı seyrederdik.
İlkokul ikinci ya da üçüncü sınıfta olduğum yıllar. 1945 ya da 1946 yazı. O yaşta İkinci Dünya Savaşı'nı nereden bileyim. Babamın aldığı dergilerden, Nakıp Ali'de gördüğüm filmlerden gamalı haçı tanıyorum, atom bombası diye bir şeyin savaşı sona erdirdiğini duymuşum, o kadar. Ama bir sıkıntının yavaş yavaş yok olduğunu seziyorum. Yüzler biraz daha gülüyor gibi.
O hava içinde Bandırma'ya bir haber yayıldı: Hamidiye zırhlısı gelecekmiş o gün. Geceleyin projektörle kenti aydınlatacakmış. Bu büyük olayı daha derinden yaşayabilmek için evlerin ışıklarını söndürmemiz uygun olurmuş. Böylece, projektörün gücünü daha iyi anlayabilirmişiz.
Birkaç saatimiz projektörün ne olduğunu araştırmakla geçti. Bunun ne menem bir silah olduğunu korkuyla düşündük durduk. Neyse, sonunda Ali Dayı projektörü anlattı da içimize su serpildi.
Yıllar sonra Fellini'nin Amarcord'unu seyrederken bir sahnede o gün geldi aklıma. Rimini'lilerin transatlantiği görmek için kayıklarla, motorlarla denize açıldığı sahnede. Biz de Hamidiye'nin projektörünü aynı heyecanla beklemiştik. Işıklar söndürülecekmiş. Işıklar hiç yakılmadı ki! Bütün Bandırma, açıkta demirlemiş Hamidiye'den patlayacak güneşi bekledi karanlıkta. Saat sekiz oldu, dokuz oldu... Tık yok. On... On birde umudumuzu kestik. Eller elektrik düğmesine uzanacağı sırada, Hamidiye'den bir ışık belirdi. Projektör şöyle altmış saniye kadar göğü hafifçe taradı. O kadar. El fenerinin hallicesi. Ama hepimiz coşkuya kapılmıştık bir kere, evlerden, sokaklardan, açık hava kahvelerinden çığlıklar yükseldi. Avuçlarımız patlayıncaya kadar bilmiyorum neyi alkışladık.
Villon'un ünlü dizesi geliyor aklıma: "Ama nerde bıldır yağan kar şimdi?"
Acaba nerelere düşüyordur?