kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 20 Haziran 2008, Cuma
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Kadı kızı olmayınca

Mehmet Barlas dünkü başyazısında Ertuğrul Özkök'ün bir yazısından hareket ederek başlangıçta "Olur mu canım" dediğimiz kapatma davasına sonradan alıştığımızı söylüyordu. Bu durum sadece AKP ve kapatma davasıyla ilgili değil. Türkiye, üstünden kısa bir süre geçtikten sonra her şeyi benimseyen, kabul eden bir zihniyete sahip. Yüzlerce yıl buyrukla idare edilmiş, kul mantığına sahip olmuş, üstündeki otoritenin kabulünü şartsız benimsemiş bir toplumda bu türden tepkilerin görülmesi doğal.
Böyle genellemeler sevdiğim bir şey değil. Çünkü bizi Batılılaşmanın özündeki mantıkla bütünleştiriyor. Bu toplumun kendi kendisine yetmediği, kendi sorununu kendi koşulları içinde çözemeyeceği düşüncesine dayanan Batılılaşma Türkiye'nin kendi dışındaki bir modeli benimsemesiydi ve bulunmuş tek çare olarak görülüyordu. Bu, toplumun kendi kendini Oryantalistleştirmesi yani kendini ezik, çaresiz, kurtuluşu ancak Batılılaşmada arayan bir Doğu toplumu olarak görmesiydi .
Ertuğrul Özkök'ün yazısı da benzeri bir kabulü yansıtıyordu: Batı ne der, ne diyor? Bugünkü uluslararası ilişkiler bünyesinde bu mantık kaçınılmaz. Ama bence BatıTürkiye ilişkisi yakın dönemde biz farkında olmasak da önemli bir değişim geçirdi ve o değişim kendini özellikle demokrasi alanında gösteriyor. Bugünkü demokrasi bilincimiz ABD ve AB ile yaşadığımız tarihin bir uzantısı.

Batının 'içerisi' olmak
Hayati önemde bir şey AB, bu bağlamda. Çünkü bugüne kadar "dışımızdaki" bir varlık sayabileceğimiz Avrupa şimdi bütünleşme çabaları ve yasal düzenlemelerle birlikte bizim de bir parçası olduğumuz, olmayı kabul ettiğimiz bir olgu. AB kriterleri veya AB mevzuatı bize Batılılaşma tarihi boyunca kendimize belki de Avrupa bağlamında ilk kez "dışarıdan" değil "içeriden" bakma olanağı veriyor. AB'den gelen eleştirileri "dışarıdan" geliyor saysak da bir ölçüde, gerçek böyle.
Bu nedenledir ki, Türkiye AB ile bu düzeyde ilişki kurduktan sonra demokratikleşme doğrultusunda önemli kazanımlar elde etti. Bu çok önemli fakat henüz yeni ve tam hazmedilmemiş bir sonuç. Çünkü Türkiye'nin Batı blokunun bir parçası oluşu 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler ve NATO'ya girmesiyledir. Soğuk Savaş döneminde Batı dendiğinde de (ki, o zaman adı Hür Dünya idi) öne çıkan ABD idi ve o tarih demokratikleşme bakımından oldukça karanlıktır.

Darbeyi darbeyle ölçmek
"ABD'nin Türkiye'nin demokratikleşmesi bakımından katkısı hiç olmamıştır" demek güç. Bir ölçüde olmuştur elbette. Ne var ki, ABD katkısı AB katkısının boyutlarına varmadı hiçbir zaman. Nedeni çok açık: ABD, 1950'lerin ortasından başlayarak, dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de iktidar tayin etmeye girişti. 1960, 1971, 1980 askeri darbelerinin arkasında ABD şu ya da bu ölçüde var.
Darbeler olduktan sonra kısmi eleştiriler yaptıysa da ABD genel olarak egemen sistemi kabul etti. Çünkü 1980'e kadar bütün darbeler Soğuk Savaş koşullarında ortaya çıkmıştı ve ordu o dönemde anti-komünist bir güç olarak, demokratik yönetimlerin odak noktası olarak görülüyordu.
Türkiye'de sahip olduğumuz demokratik bilinç, bırakalım Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet çizgisini bu yakın geçmişten geliyor ki, bu geçmişin bir adı var: darbeler tarihi. AB ekseninde kalarak bir ölçüde kendimizi değiştirmeye çalışsak da sonunda dünyaya darbelerin içinden bakan bir toplumuz. Bu gerçeği ABD ile olan tarihimiz inşa etti. Şimdi bir çırpıda oradan çıkıp tam bir demokratik bilinçle olayları değerlendirmek kim söz konusu olursa olsun güç. Bu nedenle demokrasiyle ilgili her koşula alışabiliyoruz ama bu kısıtlamanın aşılması için önemli bir dönemden geçtiğimiz de bir gerçek.
Kısacası, kadı kızı değil Türkiye, ne yazık ki...