kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 15 Haziran 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
ENGİN ARDIÇ

Entel yazı

Digitürk'ün 92 numaralı müzik kanalını izliyor musunuz, "Mezzo" kanalını? Hem klasik hem de caz programları var, klipler enfes, opera da var konser de. Eskiler de, yeniler de.
Bir bakıyorsunuz peş peşe Ella Fitzgerald, Sarah Vaughan ve Dee Dee Bridgewater diziyorlar, kendinizden geçiyorsunuz... Bir bakıyorsunuz Claudio Abbado bütün Beethoven senfonilerini sıradan geçiyor, mest oluyorsunuz...
"Ben anlamam, bana ağır gelir" demeyiniz. "Daha dün annemizin..." şarkısının bir Mozart bestesi, serüven filmlerinde geçen "ın ın ın ın..." ünlemesinin bir Beethoven bestesi olduğunu bilirseniz, klasik müzikten korkmamak gerektiğini görürsünüz...
Mezzo, sanat müziği dünyasını ayağımıza getiriyor, o olmasaydı yepyeni, pırıl pırıl genç sanatçıları nasıl tanıyacaktık? Patricia Petibon, Nathalie Dessay gibi sopranolarla, "yeni Domingo" olarak nitelenen Rolando Villazon gibi tenorlarla, Philippe Jaroussky gibi mükemmel bir kontrtenorla (iğdiş edilmiş erkek sesi) orada tanıştık... Örneğin "Dört Mevsim"i herkes çalar ama ben Giuliano Carmignola gibi çalanını görmemiştim, Mezzo olmasaydı nereden bilecektim?
Vallahi arada Fazıl Say'ın bile ismi geçiyor ha!
Geçen akşam seyrederken birden kafama dank etti:
Berlin Filarmoni Orkestrası, hele yazlık açıkhava sahnesinde (Waldbühne), konser programlarını artık mutlaka "Berliner Luft" parçasıyla bitiriyor... "Berlin Havası"... Halkın da mırıldanarak katıldığı çok popüler, eski bir şarkıdır bu (ıslıkla "fışt fışt fışt" diye söylenen bir nakaratı vardır)...
Berlin halkının gerek savaş sonunda, gerekse Rus boyunduruğu altında attığı sloganın ruhuna da uygun: Berlin bleibt Berlin!... Berlin, Berlin kalacaktır...
Bunu bir gelenek haline getirdiler, her konserin sonunda dinleyici bununla coşuyor. Kapanış parçası.
Elbette bu, Viyana'ya da bir naziredir, daha doğrusu Berlin ile Viyana arasında bir "sidik yarışıdır".
Çünkü orada da hemen her konser, özellikle de Viyana Filarmoni'nin yeni yıl ve ilkbahar konserleri, şef kim olursa olsun, mutlaka "Radetzkymarsch" ile bitirilir.
Dinleyici de, el çırparak tempo tutar.
Avusturya halkının "olmazsa olmaz" bir parçası haline gelmiştir bu el çırpma muhabbeti...
Bir tarihte Budapeşte'de, daha doğrusu Buda'da bir meyhanede, kemancıya bin forint rüşvet vermiş, çok sevdiğim Emmerich Kalman parçalarını çaldırıyordum... Bizim hanım da karşımda... Şarabı da çekmişim, çakırkeyifim... Sonra kemancı tuttu, Radetzkymarsch çalmaya başladı... Yan masalarda kalabalık bir Avusturyalı grubu vardı...
Elbette el çırpmaya koyuldular. Biz de onlara uyunca, biz de el çırpmaya başlayınca yüzlerindeki mutluluğu, paylaşma keyfini, kara kafalı bir yabancı tarafından tanınma ve bilinme zevkini görmeliydiniz! Hiç konuşmadan anlaşmış, bir gönül birliği kuruvermiştik.
(Çok sevgili Ahmet Örs, yazının bu kısmı senin içindi... Viyana'da Kapuzinergruft'tan çıkıyorum, kapıda bilet kesen papaz "Aufwiedersehen" dedi, herife Joseph Roth'un romanındaki gibi "Gott erhalte" diye cevap verdim de şaşkınlıktan ağzı bir karış açıldı! Bunu da yaptım ha...)
Şimdi yazının mala davara ve de emekçi halkımıza değilse bile belli bir düzeydeki halkımıza faydalı bölümüne gelelim:
Böyle bir geleneği biz de oluştursak... Bütün konserlerimizi bir "İstanbul simgesiyle" bitirsek... Ya da bunu "bis" parçası yapsak... Hemen akla gelen elbette "Üsküdar'a Giderken" şarkısı...
Bizi bir de böyle tanısalar... Deseler ki, "haaa, Türkler mi, onlar bunu çalmazlarsa içleri rahat etmez"... Berlin ile Viyana cilveleşmesine biz de bir ucundan böyle katılsak...
Ankara kızmasın canım, onlar da isterlerse "Ankara, Ankara, güzel Ankara, seni görmek ister bakanlıklarda takibine giden her bahtı kara" türküsünü çalabilirler...
Ya da: Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak, uyan uyan Gazi Kemal, şu anayasa çiğneme işine bak!