kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 12 Haziran 2008, Perşembe
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
ERDAL ŞAFAK

Bir bilgenin ardından

O, Kırgızlar'ın gelmiş geçmiş en büyük yazarıydı. Issık dağ gölü kadar derin ve engin, Manas destanı kadar gür, ulu, uçsuz-bucaksız...
O, Türk Dünyası'nın en büyük yazarlarından biriydi. (Türk Dil Kurumu yayınladığı mesajda onun "Türk soylu halkların kültürel mirasını dünyaya tanıttığını" vurguladı. 14 Türk devletinin kültür bakanlarından oluşan TÜRKSOY Daimi Komitesi, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın önerisiyle onun 80'inci yaşını kutlayacağı bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilmesi için özel bir komite kurulması önerisini coşkuyla kabul etti.)
O, Rus edebiyatının en büyük yazarlarından biriydi. (Eserlerinin çoğunu Rusça yazdı.)
O, tarihe karışan Sovyetler Birliği'nin en büyük yazarlarından biriydi. (1956'da Maksim Gorki Edebiyat Komitesi'ne kabul edilmiş, 1963'te Lenin Edebiyat Ödülü'nü kazanmış, Sovyet Yazarlar Birliği'nin Genel Sekreterliği'ne yükselmiş, 1978'te Yüksek Sovyet Prezidyumu'nca Sosyalist Emekçi Kahramanı ilan edilmiş, 1968, 1980 ve 1983'te olmak üzere üç kez Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştü.)

Dünyanın en güzel aşk öyküsü
O, evrensel edebiyatın da en büyük yazarlarından biriydi. (Dünya onu 1958'de Cemile ile tanıdı. Fransız yazar ve ozan Louis Aragon'un çevirisiyle. Türkiye'de tanınması da Aragon'un bu çevirisinin dilimize aktarılmasıyla oldu! Dünyanın en güzel aşk şiiri "Elsa'nın Gözleri"ni yazan Aragon, Cemile'yi "Dünyanın en güzel aşk öyküsü" diye nitelemişti: "Romeo ve Juliette, Antoine ve Kleopatra, Paolo ve Francesca... Hepsi gözümden düştü. Çünkü Cemile'yi okudum.")
O? Cengiz Aytmatov. 80'ine basmasına birkaç ay kala Nürnberg'de tedavi gördüğü hastanede, akciğer yetmezliğine yenik düşen Aytmatov.
O, Sri Lanka doğumlu romancı Michael Ondaatje'nin "İngiliz Hasta"da anlattığı türden bir yazardı: "Onu yavaş yavaş okumalısın çocuğum. Çünkü o sindire sindire okunur. Virgüllerine dikkat edersen, soluklanmak için durman gereken yerleri kolayca bulursun. O mürekkep hokkası ve divit kullanan bir yazardı. Yapayalnız yazarların çoğu gibi, o da zaman zaman başını sayfadan kaldırır, bakışlarını pencereye diker, kuş seslerini dinleyerek çok uzaklara hayali yolculuklar yapardı. Bazıları kuşların cinslerini bilmez, ama o ötüşlerinden hepsini ezbere sayardı. Onu okurken, gözlerini sayfalarda hızla gezdirme. Yazarken divitinin kağıttaki hızını düşün." (Son söyleşilerinden birinde "Bilgisayara alışamadım. Hâlâ elle yazıyorum" demişti.)
O, beyninden parmaklarına ulaşıp ak sayfalara dökülen bilgeliğiyle gelenekler ile modernite arasındaki ilişkiyi, küresel dünyada yerelliğin, yerel dillerin, kültürlerin önemini anlatırdı. Binlerce yıllık sisten süzülen yerel ışınların yavaş yavaş sönmeye başlaması onu dehşete düşürürdü. Yok olan her dille insanlığın mirasından da bir şeylerin yittiğini söylerdi. (Bir defasında "İnsanoğlu bir daha asla yeni dillerin doğmasına fırsat yaratmayacak" diye yakınmıştı.)

Aşk, savaş ve ölüm
O bilge adam baskıcı rejimlerin ve diktatörlüklerin vahşetini öykülere, romanlara dökerdi. Ama hiç kinlenmeden. (İnançlı komünist olan babası ve amcası Stalin döneminde "Karşı devrimci" ilan edilip kurşuna dizilmişlerdi. Ama daha sonra kendisi Komünist Parti'ye üye olmuştu. "İnsan denize benzer, derin yerleri de, sığ yerleri de vardır" derdi. )
O, aşkı hikaye ederdi. Olanca duruluğuyla. Karşı konulmazlığıyla. Kutsallığıyla.
O en büyük felaketin bir toplumun belleğini yitirmesi olduğunu hatırlatırdı.
En önemlisi o bize 1963'te yayınlanan ilk romanı Toprak Ana'dan beri hep savaşın toplumlarda açtığı onulmaz yaraları anlatırdı: "Serge onu cepheye götüren trende öğrenimini tamamlamak istediği Moskova'yı, ailesini düşünüyordu. Nataşa'yı, yarım kalan aşkını da. Tüm bu düşleriyle cepheye nasıl gidecekti? Annesinin 'Sakın kimseyi öldürme, kan dökme' sözleri sürekli kulaklarında çınlıyordu. Ve onu cepheye götüren trenin tekerlekleri hep aynı trajik monologu tekrarlayıp duruyordu: "Öldürmek, öldürmemek, öldürmek, öldürmemek..."
Toprak Ana'da "Savaşı alt etmenin tek yolu var: Çarpışmak, dayanmak, yenmek. Bunları başaramadığın an karşına ölüm çıkıyor" diyen Aytmatov'dan geriye bir çığlık kaldı:
"Düşmanlarımız bize ölüm getiriyorlar. Biz düşmanlarımıza ölüm götürüyoruz. Peki ama sadece katillerin kalacağı bir dünyada nasıl yaşanabilir ki?"