kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 9 Haziran 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
UMUR TALU
Dipsiz Kuyu

Ruhsuz futbol

Al memleketin ruh halini...
Vur "Milli Takım" ın ruhsuz haline!
Futbol bu.
Her maç iyi olacak, her maç aynı oynanacak, kazanılacak diye bir şey yok.
Portekiz, tamam, o da daha iyi takım falan filan.
Lakin, futbolu oynamaya çabalarsınız ve sonra o maç yetersizseniz yahut zaten her maç için yetersiz bir San Marino, Faroe filansanız, yine yenilirsiniz.
Ama hiç futbol oynamaya uğraşamamak.
Bu öncelikle bir ruh hali olmalı.
"Motivasyoncunun kralı" denen bir teknik direktör ile hem de!
Motivasyona filan gelemeyen bir ruh hali ile teknik, taktik koordinasyon ve konsantrasyona hiç gelmemiş bir takım ile direktörlük hali.
Bir halsizlik hali!
Mecalsiz ahalinin halsiz takım hali!

Startta olsak belki anlayamayacağız.
Kamera yakın çekimlerde yüzleri ekrana getiriyor.
Bizimkisi asık yüzlerden kurulu bir takım arkadaş.
Onlar ise, adeta eğleniyor.
Futbolun da zevkini çıkarıyor.
İyi bir pasın, iyi bir şutun, iyi bir verkaçın nasıl keyifli bir şey oyduğunu hissediyor, biliyor, yaşıyor.
Bizde bu gülümsemeye, keyfe, neşeye en yatkın iki isim, Nihat ile Tuncay bile gergin.
Yüzlerinden düşen bin parça.
Öyle futbolda Avrupalılık mavrupalılık farkı olmamalı artık.
Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş'ın iyi kötü Avrupalılığı bir yana...
Nihat, Tuncay, Mevlüt, Hamit, Emre, Kazım, Brezilyalı Mehmet, hatta Almanya kökenli Hakan Balta...
Mesele Avrupalılıktan ziyade, sanki bizim Güneyli neşemizi yitirmemiz.
Yahut bir türlü edinmiş olamamamız.
Hakikaten, "Şeytan Rıdvan"ın yayında dediği gibi, "Bizim takımın en iyisi direkler"di.
O direkler de, İsviçre malı idi!

Çok keyifsizlik var memlekette.
Bir keyifsizlik var takımda.
Ruhu sıkılmış bir ülkenin ruhsuzlaşmış sureti sanki.
Futbol bu.
Belli olmaz.
Belki İsviçre'yi, Çekler'i yener aynı çocuklar.
Böyle olursa, yenemez.
Çünkü "sıradan futbol" izlenimini veren o maçta, inadına, inancına, arzuyla futbol oynamak isteyen iki Orta Avrupalı takım vardı.
İkinci, hatta üçüncü sınıf futbol ülkesi İsviçre'de, üç Türkiyeli çocuk vardı.
İyi, kötü her şutu, her azimli mücadeleyi, kalesini koruma, bir atak geliştirme gayretini alkışlayıp duran seyirci vardı.
Biz, nasıl olduysa, hep kazanmak, mutlaka kazanmak, çok kazanmak, hemen kazanmak isteyen bir kültür edindik.
Lakin,
tat alma, keyif alma, paylaşma, gülümseme, sabırla ve akıl ile vicdanla mücadele etmeye dair yarı yollarda kaldık.
Henüz memleketin nasıl yönetileceğinde, bir seçimin nasıl yapılacağında, kimin ne yetkisi olduğunda, rejimin esasında nasıl bir şey sayılabileceğinde, toplumun esas önceliklerinde dahi anlaşamayan, mutabakat sağlayamayan, gündelik hayatta birbirine hoyrat, siyasi hayatta birbirine nefret bir ülke yarattık.
Baştan başa... Demir ağlarla ördük... Kafamızı, ruhumuzu, heyecanlarımızı, umutlarımızı.
Belki de...
Ruhları öyle bir kafesin içinde sıkışmış çocuklar da, ancak bu kadar oynayabildi.
Gazla, tuzla, aslanım koçumla, asarım keserimle ancak bu kadar olabildi.
Futbol bu. Yarın, çıkar oynar, kazanırlar.
Belki de, yine oynayamazlar.
Hiç oynayamazlar.
Keyifle çıldıramazlar.
Ruh bu... Sıkarsan büzüşür de... Çağırırsın, gelmez!