kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 8 Haziran 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
MEHMET BARLAS
BAŞYAZI

Hukuk da siyaset de yorum farkları üzerinde oluşur...

Hukuk böyle bir şey işte.
Kanunlarda yazılı olanlar kadar bu yazılanlar üzerindeki yorum farkı da, hukukun adalete dönüşmesine yansır.
İşte son Anayasa Mahkemesi kararının kendisi de, bu karar üzerinde yapılan yorumların farklılığı da ortada.
Anayasa hukuku uzmanlarının açıkladıkları görüşlere bakın...
Prof. Mustafa Erdoğan, satır başları ile şunları vurgulamış Star'da:
- Anayasa Mahkemesi kamu hizmetlerinden ve bu arada yüksek öğrenim hakkından eşit yararlanma ilkesini pekiştiren Anayasa değişikliklerini iptal etti. Geçen yılki meşhur '367 kararı'ndan sonra buna hiç şaşırmadım. Bunun hukuki değil siyasi bir karar olduğunda şüphe yoktur.
- Şimdi, anayasa ve demokrasi teorisini altüst eden bu kararın en önemli anlamı, resmi adı 'Anayasa Mahkemesi' olan anayasal kurumun 'mahkeme' olmaktan çıkıp bütünüyle siyasi bir organa dönüşmüş olduğudur. Artık 'Anayasa Mahkemesi' Meclis'in de üstünde bir siyasi organdır. Bu karardan sonra onu de facto 'ikinci meclis' olarak tanımlamak bile yeterli değildir. Çünkü, o artık 'kurucu iktidar' yetkisine de el koymuş ve böylelikle Anayasa'ya bağlı olarak görev yapması gereken bir organ Anayasa'nın da üstüne çıkmıştır.

Seçim yapmak anlamsız
- Bu karardan sonra, artık Anayasa Mahkemesi'nin uygun görmediği bir anayasa değişikliği yapılamaz. Bu organ yasama işlemlerini ise zaten esas olarak siyasiideolojik gerekçelerle geçersiz kılma alışkanlığına sahip olduğuna göre, TBMM artık büyük ölçüde işlevsiz hale gelmiştir. Toplum olarak birlikte yaşamanın ve kamu politikalarının temel ilke ve hatta kurallarını halkın temsilcilerinin belirleyemediği yerde yasama organı için seçimler yapmanın bir anlamı olmadığı gibi, böyle bir rejime de demokrasi denemez.
Ama bir diğer anayasa hukukçusu olan, Prof. Dr. Erdoğan Teziç de Milliyet'ten Fikret Bila'ya şöyle konuşmuş:
- Konu Anayasa Mahkemesi kararı ile çözülmüştür.Türban konusu üzerinde tereddüt edilmeyecek bir hukuki zemine oturmuştur. Demokrasi ve hukuk içinde bir karar alınmıştır. Hukuk her olayı su gibi kendi mecrasına sokar. Hukuka güvenmek gerekir. Sorunun hukuk içinde sonuçlandırılması rahatsız edici müdahalelere her zaman tercih edilir, edilmelidir.

Siyasi direniş
- Şimdi yapılması gereken şey, her kişi ve kurumun saygı duymanın ötesinde bu kararla bağlı olduğunu unutmadan hareket etmesidir. Siyasi iktidar laiklikle bağdaşmayan düzenlemeler yapmak konusundaki ısrarından vazgeçmeli, olayı hukuka karşı bir direniş, siyasi meydan okumaya dönüştürmemelidir.
Evet "hukuk" böyle bir şey işte.
Ama "demokrasi" ve "siyaset" olguları daha da fazla yorum farkına dayalıdır.
Bakın mesela Süleyman Demirel'in Akşam'dan İsmail Küçükkaya'ya söylediklerine:
- Başını bağlamak İslam'ın şartlarından değildir. İslam'ın beş şartı var. Kelime-i şahadet getiren Müslüman'dır. Kişinin yönü Kabe'ye dönükse kafirlik atfedemezsiniz. Onun dışındakileri yaparsanız sevaptır, Allah'la kul arasındadır. Daha iki gün evvel devletin Diyanet İşleri Başkanı televizyonda, "Ben Müslüman'ım diyen Müslüman'dır" diyordu. İşte mesele budur. Başını bağlamak dindarlık kriteri olmuyor. Şimdi birden başını bağlayıp girmek isteyenler çıkıyor. Neden, bunun arkasında siyaset var. Türkiye'nin aslında böyle bir meselesi yok.

Hafıza-i Demirel
- Mahkeme tarihi bir karar verdi. Dedi ki, "Özgürlükler kullanılarak ayrımcılık yapılmasına izin vermiyorum. Siz ayrımcılık yapma konusunda özgür değilsiniz." 1960 İhtilali böyle bir imkan olmadığı için geldi. O zaman da Meclis "Bizi halk seçti, ne istersek yaparız" anlayışındaydı. O gün şimdiki gibi Anayasa Mahkemesi olsaydı, ihtilal olmadan halledilirdi.
Sayın Demirel'e kendisinin iki kez devrildiği 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleri sırasında da, yine Anayasa Mahkemesi'nin var olduğunu hatırlatmak pek gerekli değil artık.
İyisi mi, biz Türk demokrasisinin nereden nereye geldiğini, Perihan Mağden'den alıntıladığımız bir fıkrayla anlatalım:
- Kaplumbağalar pikniğe çıkmış. Piknik yapacakları yer'e varmışlar ki NE görsünler? Şişe açacağı/konserve açacağı, bilumum açacak çeşitleri yok yanlarında.
İçlerinden en genç olanı açacak setini almaya göndermişler. Bir buçuk yıl gidiş+iki yıl dönüş (dönüş yolu yokuş yukarıymış) üç buçuk yılda dönmesi gereken kaplumbağayı beklemişler.
Üç buçuk yıl, dört yıl, beş yıl, altı yıl: yok, yok, yok, yok! Dayanamayıp artık, sofrayı kurup yemeğe başlamışlar ki- Genç Kaplumbağa çalıların arkasından fırlamış "Bana bunu yapacağınızı biliyordum!"