kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 1 Haziran 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
Jürinin başkanı Hollywood'un asi çocuğu Sean Penn'di.

Cannes'lı politika!

Esin KÜÇÜKTEPEPINAR
1968 olaylarında rolü olan Cannes Film Festivali'nin 40. yılında pek çok politik film gösterildi. Kanlı politikaların köküne inemeyen filmler arasında Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun'u, toplumsal yozlaşmayı anlatım biçimiyle öne çıktı..
Tam 40 yıl önce, Cannes Film Festivali'nin meşhur 'saray'ını ele geçirerek Fransa'da greve giden işçilere destek olan Louis Malle usta ve diğer Fransız sinemacıların festivali kesintiye uğratan protestoları, bu yıl, '68' kuşağının başkaldırı ruhuna dair hoş bir selam olarak hatırlandı geçti. Kelamı fazla edilmedi. Elbette ki nereden baksak insanlığı ve içinde debelendiği koşulları resmeden en 'taze' filmleriyle Cannes, bir yanıyla da 'politik' bir yıl olarak anılacak. Prestijli ve şan şöhret sahibi Oscarlı Sean Penn'in şıklık ötesi bir ilgi yaratmasının yanı sıra, savaş karşıtı liberal bir Amerikalı kimliğiyle jüri başkanlığı rolünü üstlenmesi de, zaten Altın Palmiye yarışına doğrudan bir politik söylem yüklemeye yetti. Nitekim kendisi de dünya hallerini ve dertlerini anlatan, günümüz gerçeğine ışık tutan filmleri gözeteceği kıvamındaki açıklamasıyla ortalığı daha bir hareketlendirdi. Sonuçta büyük ödül Altın Palmiye'yi Sınıf'a (Entre les Murs) veren bu jüriye şapka çıkardık. Festival programındaki son yarışma filmi olarak izlediğimiz ve çok beğendiğimiz filmi, 'konuşkan' ve 'küçük' çaplı buldukları için ödül beklemeyenler de az değildi.

SOKRATES SORULARI
Orijinal adına nazire, kameranın okul alanının dışına çıkmadığı film, bir mikrokozmos misali farklı etnik kökenlerden oluşan öğrencilerin yer aldığı sınıfı anlatıyor. Kabına sığmayan gençlik enerjisi üzerinden mültecilik, 'diğeri'ne bakış ve sistem eleştirisi gibi önemli konuları sorguluyor. Sokrates misali sorular sorarak ufuk açmaya çalışan öğretmen rolünde, filmin uyarlandığı otobiyografik romanın yazarı François Begaudeau'nun bizzat kendisi var. Fransızların sağlam ismi Laurent Cantet, son derece akıllı yazılmış diyalogları, iki saatlik süresine ve dar mekânına rağmen ustaca koreografisi yapılmış kamera hareketleri ve inanılmaz doğallıktaki oyunculuklarla bağlamış işi. Slogansız, politik mesajı ortalıklarda sürünmeyen ama başkaldırı ruhunu 'canlandırması'nı beklerken karşımıza çıkan Che filminin yarattığı hayal kırıklığı ise biliniyor. Arjantinli doktor ve gerilla lideri Ernesto Che Guevara gibi Latin âleminden dünyaya mal olan bir direnişçinin biyografisini yapacaksanız, elbet kadrajı geniş tutmak gerek. Oysa bildik Hollywoodvari tuzaklara düşmemek adına gayet temkinli davranan Oscarlı yönetmen Steven Soderbergh, sonuçta 'kişiliksiz' bir film çıkarmış ortaya. Cannes jürisinin en iyi aktör ödülü verdiği müthiş aktör Benicio del Toro'nun Che'ye olan inanılmaz benzerliği ise, aslında senaryonun darlığı nedeniyle fazla bir mana taşımıyor. Toplam 4 buçuk saatlik iki ayrı bölüm olarak kurguladığı filminin 'Che' adlı ilk yarısında hiç değilse Birleşmiş Milletler'deki konuşmalarıyla Commandante'nin çapı görülüyor az çok. Ancak 'Gerilla' adlı ikinci bölümde olay toparlanacağına, bilakis iyice dağılıyor. Adeta apolitik yeni kuşağın kayıtsızlığına örnek olacak şekilde Soderbergh, onun ne kadar şerefli, yardımsever, dürüst, zeki, kültürlü ve örgütçü bir kişilik olduğunu göstermek adına uzun uzun Bolivya kırsalında dolaştırıyor. Coğrafi ve politik çerçeveler çizilmediğinden Che ve arkadaşlarının 'romantik bir ideal uğruna' askercilik oynadığı fikrine kapılabilirsiniz.

İÇİMİZDEKİ KÖTÜLÜK
Festivalin açılış filmi Körlük'e (Blindness) baktığımızda ise bozuk düzenin müsebbibi olarak insanın içindeki vahşi hayvanı ve barındırdığı kötülükleri görüyoruz. Tanrı Kent ile şanı yükselen Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles, Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago'un romanını uyarlamak gibi zor bir işe kalkışmış. Zamansız ve isimsiz bir coğrafyada geçen öyküyü sinemalaştırırken, dil, ırk, mekân gibi belirlemeler kullanmak zorunda kalmış. Stilin ziyadesiyle mananın önüne geçtiği film, günümüzdeki toplumsal yozlaşmaya gönderme yaparak insanlığın körleşmesine ve akıl çağının çöküşüne dikkat çekiyor. Ama sonuçta, Batı uygarlığının, kötülüğü sadece insan ruhuna indirgeyen propogandasına hizmet ediyor. Oysa bir başka Brezilyalı yönetmen, Walter Salles, kapitalist sistemin örtbas etmeye çalıştığı bu yaklaşıma prim vermiyor ve kötülüğün aynı zamanda yaşadığın çevreden, koşullardan ve toplumdan ayrı tutulamayacağının altını çiziyor. Sao Paolo varoşlarındaki dört erkek çocuklu emekçi hamile kadın rolünde Sandra Corveloni'nin en iyi aktris ödülünü aldığı Linha de Passe adlı film, Latin usulü yoksulluk hallerine yeni bir mana kazandırmasa da gayet sağlam anlatımıyla öne çıkıyor. Nuri Bilge Ceylan'ın bilhassa dış alemden izole ettiği çekirdek ailesini melodramatik olaylar silsilesine sürükleyen en baştaki çaresizlik hali, toplumsal gerçekliğe tam göbekten bağlı. Daha en başından baba rolündeki Yavuz Bingöl, ailesi için daha iyi koşullar sağlamak niyetiyle patronunun suçunu üstlenerek hapse giriyor. Esasen 'İçimizdeki kötülükle ilgiliyim,' diyen Ceylan'ın elbette önemsediği olaylar örgüsü değil, insallık halleri. Ancak karakterleri hatalar ve kötülükler silsilesine sürükleyen nedenleri bizzat onları çevreleyen koşullardan ayrı turmak imkansız. Dolayısıyla ortadaki politikacı karakterine rağmen, alenen değil, incelikle resmettiği insanlık durumlarıyla, toplumsal yozlaşma konusunda bir bilinçaltı oluşturduğunu söylemek mümkün. Yarışmadan ödülsüz dönen iki Arjantin yapımından Başsız Kadın, sınıfsal eleştirisini burjuvazinin kayıtsızlığı üzerinden yaparken aynı şekilde düşük perdeden konuşuyor. Diğer Arjantin filmi Arslanın İni ise, cinayet gibi meşum bir kader anıyla başlasa da, hapse düşen genç, güzel ve 'beyaz' kadın kahramanı aracılığıyla pekala da sistem eleştirisi yapıyor.
Haberin fotoğrafları