kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 3 Mayıs 2008, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Gezgin Yahudi'nin kentleri

Tel Aviv'e bu üçüncü gidişimdi. Her defasında bu çok güzel, bana çocukluğumun Antalya'sını, Ankara'sını, İstanbul'unu anımsatan şehirde unutulmaz vakitler geçirdim. Bu defa da öyleydi. Hem büyük bir kentin tüm olanaklarını müthiş bir incelikle sunan hem de küçük bir sahil kentinin şiirini yansıtan, bu kent Akdeniz'in duvarıdır. O büyük deniz gelir ve Tel Aviv'e yaslanır. Hava nemini ve tuzunu, çöl ortasında ışıklar içindeki bu kent o akıl almaz yeşil buğusunu bu denizin cömertliğine borçludur.
Bu insanlar bu işi nasıl yaptı?
Bu yıl İsrail'in kuruluşunun 60. yılı. Öyküsünü bildiğimiz, daha dün olan bir tarihte ortaya çıkan bu ülke ve onun binlerce yıldır dünyanın her köşesinde bulunmuş "gezgin" (daha doğrusu sürgün) insanları bugün çölün ortasında ancak Antalya ile mukayese ettiğimiz bir zenginlik yarattıysa herhalde bunun bir sırrı olmalıdır.
O sır belki de bu insanların tarihleri boyunca çektiği acılarda yatıyor.
Ben oradayken Soykırım Günü yaşandı. 30 Nisan'da gün batımından başlayarak ülke ertesi gün de devam edecek bir yasa büründü. O sabah, tıpkı bizim 10 Kasım'da yaptığımız gibi sirenler çaldı, bayraklar yarıya indirildi ve insanlar ağlayarak o büyük acıyı andılar. 6.5 milyon Yahudi'nin çok bilinçli bir biçimde yok edildiği korkunç ve çarpıcı bir gerçektir bu. O insanlar bunun ve benzeri acıların ve yıkımların içinden süzülerek bugüne geldiler. Kabul edelim ki, bu bir mucizedir.
Söz konusu mucize mesela Amos Elon'un muhteşem kitabında (The Pity of it All) anlattığı Alman Yahudilerine bakınca anlaşılır. 1743'te Brandenburg şehrinin kapıları dışında yaşayıp, kente ancak günde iki kere ve sınırlı süreyle girmesine izin verilen bu insanlar 1933'e gelindiğinde bilim, kültür ve sanatta, ticaret ve sanayide dünyanın en önde gelen topluluğuydu. 1933'ten itibaren de katledilmeye başlandılar.
Ben de katıldığım konferansta sunduğum tebliğde o uğursuz 1930'larda Almanya'dan Türkiye'ye gelen Alman Yahudilerinin bu ülkedeki bilim ve kültür hayatını nasıl derinden etkilediğini, üniversiteyi onların çağdaşlaştırdığını, kentleri onların kurduğunu, nesiller boyu devam edecek bilim insanları yetiştirdiklerini anlattım. Cumhuriyet modernleşmesi aslında bir Yahudi-Alman-Türk mucizesiydi.
Akşam yemek yerken Tel Aviv üniversitesinde tarih profesörü olan dostum David Katz ise bana bunun tersinin de doğru olduğunu söyledi. "İsrail kurulduktan sonra burada seküler-Aydınlanmacı bir 'uygarlık' yaratılmaya çalışıldığında, yönetici insanların karşısındaki tek örnek Türkiye'ydi. Üstelik o insanlar Osmanlı geçmişinden gelmişti ve Türkiye'de yaşamışlardı. O nedenle de Türkiye'de kültürel olarak yapılan şeyler burada da aynen tekrarlandı" dedi. Hayretler içinde kaldığımı burada itiraf edeyim.
Nedir bu sırrın ardında yatan gerçek sorusunu ise Tel Aviv Büyükelçisi Namık Tan'ın okumam için verdiği bir makale sonuna kadar açıklıyor: eğitim! Yahudi-Hıristiyan-Batı toplumuyla Doğu-Müslüman toplumunu birbirinden ayıran en önemli olgu eğitimdir. "Gezgin Yahudi" geleceğinin endişesi içinde iken sahip olduğu, her yere sorunsuz bir biçimde yanında taşıyabileceği en büyük servetin kafasının içindeki bilgi olduğunu biliyordu!

T.S. Eliot, "batının tek klasiği Vergilius'tur"
diyordu. Nedenlerine burada girmeye gerek yok. Bence Batı'nın artık bir tek klasiği var: Freud! Onu okumadan ve Yahudi- Hıristiyan (aynı zamanda antika Grek) mitolojisine dönük çözümlemelerini (aynı zamanda kurgularını) anlamadan Batı'yı tanımak olanaksız.
Bir gece kardeşim Mehmet Ali Bayar'la sokaklarda dolaşırken kıyıda bin yaşında, sakalları kucağına dökülen, başında kippasıyla, üstünde siyah cüppesiyle bir Yahudi gördük. Oturmuş, kımıldamadan denize bakıyordu.
Yahudiliğin de İsrail'in de öyküsü onun dinginliğindeydi.
İsrail'in 60. yılını kutluyorum.