kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 12 Nisan 2008, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Gürültü demokrasisi

Türk siyasi hayatına ' kakofoni' kavramını bildiğim kadarıyla ilk kez eski anayasa hukuku profesörü Bülent Nuri Esen tanıtmıştır. Babamın önce hocası sonra galiba bir ölçüde dostu olan Esen, nev'i şahsına münhasır bir zattı, hakkında birçok şey anlatılır. Ben kendisini 1970'li yılların başında psikiyatri profesörü Rasim Adasal'la birlikte TRT'de yaptıkları Esen'le Adasal isimli programdan hatırlıyorum.
Esen, gayet teatral, mimik ve jestlerle, sesine inişler çıkışlar vererek konuşuyordu. Adasal'ın diline ise koyu mu koyu bir Giritli şivesi hakimdi ve dediğini anlamak çok zordu. Gelin görün ki, böyle bir ikilinin konuşması hiç 'kakofoni'ye dönüşmüyordu.
'Kakofoni' 'kötü ses' demek. Bizim kullandığımız ' kaka' sözcüğü de bu 'kakos' kökünden türüyor. Demokrasi söz konusu olduğunda kakofoni çok daha önemli. Sonuç itibariyle demokrasi çokseslilik demektir ama bu seslerin bir orkestrasyon içinde bulunması yani birbirine karışmaması, birbirini ezmemesi gerekir.

Gürültü yemek
Bütün bunları geçen cumartesi günü iki eski öğrencimin beni yemek yemek için davet ettikleri bir restoranda ses düzeyinin giderek yükselmesini, kimsenin kimseyi duyamayacağı bir noktaya gelmesini izleyerek hatırladım. Gerçekten de güzel bir mekandı, yemekler fena değildi, İstanbul'un 'yeni açılmış yer neresiyse oraya gidelim' diye ortada salınan 'crowd'ı güzel görünüyordu ama ses düzeyini ayarlamak demek çalan müziğin dozunu artırmak anlamına geliyordu. Biz de sonunda dayanamayıp çıktık.
Sadece bizde böyle değil bu. Dünyanın hangi 'trendy' lokantasına giderseniz gidin aynı sorunla karşılaşıyorsunuz. Biraz düşününce insan nedenini buluyor.
Eskiden lokanta özel bir yerdeydi ve başlı başına bir işti lokantacılık. İnsanlar oralara bir şey yemeye ve bir şey konuşmaya giderdi. Oysa şimdi bu durum değişti. Lokanta dışarıda yaşanan hayatın bir parçası haline geldi. Dışarıda yaşanan hayat 'eğlenmek' anlamını taşıyor. İnsanlar dışarıya eğlenmek için çıkıyorlar, yemek yemek de bu defa eğlenmenin, eğlencenin bir parçası oluyor. Böylece lokantalar aynı zamanda eğlence mekanına dönüşüyor. Yani aynı zamanda bir 'launch', aynı zamanda bir 'diskotek' o mekanlar.
Bir saate kadar yemek yeniyor, bir saatten sonra da eğlence başlıyor. İnsanlar barda 'takılıyor', ortada dans ediyor, bazıları da kenarda yemek yiyor; fakat asli iş 'içki içmek'. O anda müziğin dozunun artırılması bir zaruret; çünkü, o aşamadan sonra artık kimsenin kimseyi duyması istenmiyor. Tam tersine isteniyor ki, insanlar kendilerini o gürültüye kaptırsın, kendisini 'unutsun' ve içki içmeye koyulsun. Müziğe, çevreye, insanın kendisine tahammül etmesinin yolu, içki. Hal böyle olunca 'alan' memnun 'satan' memnun. Hem içki satış miktarı hem de konuşmayı, düşünmeyi artık bir yana bırakıp kendisini gidişatın seline kaptırmak iki tarafın da memnuniyet ve karşılıklı çıkar nedeni.

Gürültüye gitmek
Acaba dünyada da demokrasi söz konusu olunca durum bu mu?
Sanırım biraz öyle! Hiç değilse bizde büsbütün öyle. İsteniyor ki, gürültünün dozu artsın, seslerin uyumu ortadan kalksın, kimse kimsenin ne dediğini anlamasın, sonunda da kaptırsın kendisini akıp giden sele, varacağı yere varsın.
Çok şaşırtıcı değil. Batıda demokrasiyle çoksesli müziğin varlığı arasında bir ilişki kurulurdu eskiden. "Bizde demokrasi zor çünkü müziğimiz tek sesli" denirdi.
Besbelli zor bir yanı var; hem müziğimiz hala tek sesli hem de vazgeçtik müzikten ortalık ses kirliliğine boğuldu, o tek sesli müziği bile bulamıyor, özlüyoruz. Özdemir Asaf, idam mangasının karşısında duran mahkumu düşünüp, o sırada çalan trampetleri anımsayıp "Bu trampetler böyle çalmasa, insan gürültüye gitmese" diyordu.
Galiba hepimiz gürültüye gidiyoruz!