kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 23 Mart 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
Eskiden Türk Sanat Müziği deyince akıllara asık suratlı koristler gelirdi. Şimdi TRT'nin programlarındaki renkli sahneler, bu müziğin modern yüzünü simgeliyor.

Türk Sanat Müziği

Türkiye, kendi kültürel kodlarını taşıyan Türk Sanat Müziği'ni bazen yasaklayan bazen de destekleyen serüveninde, bugün yeniden kendi sesini arayış sürecine girdi. Gramofon ve radyonun var ettiği, kaset ve arabeskin törpülediği, küresel müzik akımları arasında varolma savaşı veren Türk Sanat Müziği şimdilerde gençlerin gözdesi olma yolunda..
İLİŞKİLİ HABERLER
Türk Sanat Müziği
Kentte yaşıyorsunuz. Dört saatiniz bir şekilde TV ekranıyla temas halinde. İşiniz, eşiniz, aşınız derken, günde 70 milyon mesajın bombardımanı altında, gayet normal biri olduğunuzu söyleyebiliriz. Bu mesajların içinde müziğe ait olanlarını genelde siz seçiyorsunuz. Ancak size dayatılan müzik mesajları da 'sizin isteğinizden bağımsız olarak' sandığınızdan da fazla. Böylesi bir mesaj sağanağı altında, Türk Sanat Müziği (TSM)'nin kendine yer açma mücadelesini, eski şanlı dönemine geri dönüş olmasa da yeniden diriliyor izlenimini veren öyküsünü sunuyoruz şimdi. 'Gramofon öncesi' dönemlerde, müziğe ulaşmak ancak canlı performans ile mümkündü. Buna, saray odalarında 'ince saz', Galata meyhanelerinde 'kaba saz' veya daha sonraki adıyla fasıl diyorduk. Anadolu? O da kendine has kültürel rengiyle benzer süreçleri yaşıyordu. Urfa'da sıra gecesi, Harput'ta oda sohbeti, Bursa'da musiki gecesi ve benzer etkinliklerin her biri, o günün dinamiklerinin popüler yaptığı müziğin aktarıldığı mecraları oluşturuyordu. Müziği eğer siz yapmıyorsanız, ona ulaşmanın ancak sosyalleşme ile mümkün olabileceği bir çağın bestekârları da eserleri de kendine has renkler taşıyordu. Taa ki uzak suların ötesinde birileri 'gramofon'u icat edene dek... Gramofon evlerimizde yerini alınca, sanıldığından da derin kırılmalar meydana geldi. Öncelikle müzik, icracının zamanından ve mekânından koparıldı. Taş plağın gramofona yerleştirilmesi ve zembereğinin kurulması, müziğe ulaşmak için yeterli oluyordu. İkinci kırılma noktası, sanatçı ile dinleyicinin göz temasının kopmasında yaşandı. Artık yüzünü görmediğimiz seslere âşık olabiliyor, Ben Sana Mecburum gazelini Tamburi Cemil Bey'in mızrabı ve Hafız Burhan'ın sesinden dinleyebiliyorduk. Gramofon öncesinde her sanatçı kendi beldesinde, sınırlı bir şöhret halkası içinde varolabiliyordu. Türk Sanat Müziği, henüz bu adla anılmıyor olsa da gramofon sayesinde yaşama alanını genişlettikçe, İstanbul'da şöhret bulmuş sanatçılar Anadolu'da da artık bilinir olmaya başlıyordu.

ALO ALO, MUHTEREM SAMİ
Derken, Markoni'nin radyosu, "Alo alo, muhterem Sami" anonsu ile hayatımıza girdiği anda, yeni dinamikleri getiriverdi hayatımıza. Radyo, bir kültür taşıyıcısı olarak 'Genç Cumhuriyet'in sesini ve sazını, ülkenin her yerine yayma iddiasındaydı. 1927 yılında İstanbul'da başlayan radyo serüvenimiz, bir yıl sonra Ankara'da daha da güçlenerek 'ulusal kanal' halini alınca, 'musikimizin' en iyilerini belirleyen mekanizmalar da hayatımıza girmiş oldu. Bugün bile adlarını andığımız Türk Sanat Musikisi yıldızları, o sürecin sonunda toplum hafızasında yerlerini aldılar. Her tercih, bir vazgeçişi birlikte getiriyor kuşkusuz. Yitirdiğimiz, yalnızca sanatçı ile göz teması olmadı. Aynı zamanda 'en iyisi' orta dalga kalitesine varabilen 'ses'te, inanılmaz mütevazı olmak zorundaydık. Canlı performansın yerini hiçbir şey tutamıyordu. İşte tam bu aşamada, radyonun şöhret kıldığı sanatçıları ve koroları, kendi kentimizde, konser salonlarında görmek için yanıp tutuşur olduk. Kente göçün etkisi ve biraz da dayatılan modernite ile bu olup bitenlere 'Türk Sanat Müziği' adını koyabilirdik. Nitekim öyle de yaptık ve bir süre sonra Türk Sanat Müziği, altın çağına ulaşmış, kendi kadrolarını, mitlerini, şöhretlerini yaratmıştı. Gelişen serpilen kent hayatı, TSM'ye yeni bir mecra bulmakta gecikmedi; gazinolar. Çoğu radyolarda yetişmiş, bazısı da efsanevi gazino patronları tarafından keşfedilmiş şöhretler, TSM'yi konser salonlarının asık suratlı mekânlarından yemekli, içkili ortamlara taşımakta gecikmedi. Ancak tam TSM'yi zirveye oturtmuşken, bir şeyler değişmeye başladı. Yeşilçam'ın Mısır kaynaklı filmleri, beraberinde taşıdığı müzikle, farklı bir mecra oluşturuyordu. Orada seyrettiğimiz filmden dilimize takılan şarkıyı radyomuzdan duyabilir miydik? Bu sorunun cevabı, TSM'nin zirveden inişinin başlangıç öyküsünü oluşturacaktı. 'Hayır, dinleyemezdiniz'. Zira 'o müzik değil, yozlaşmanın ta kendisiydi' ve buna asla izin verilemezdi. Tam da bu dönemde, gramofonun, küçük kardeşi dünyaya geldi. Adını 45'lik koyduk. 45'lik plaklar, radyonun 'seçici heyeti'nin aforozladığı tüm müziğe pekala kucak açabilirdi.

BİR TESELLİ VER
Orhan Gencebay, tam da şartların hazır olduğu anda Bir Teselli Ver ile çıkageldi. Zaten köyden kente göçmüş bir kuşak olarak, radyodan duyduğumuz, gazinodan izlediğimiz TSM'lerden farklı söylemleri dilimize dolama ihtiyacındaydık. Bu arabesk süreci kendi içinde devinedursun, bizi ilgilendiren TSM açısından çok ilginç bir kırılma noktasını oluşturdu. TSM, arabeski önce yok saydı. Daha sonra alay etti. Bir sonraki aşamada '1 milyon satan' plaklardan yeni bir mecraya sıçradık; kaset dönemi. Bu dönem, tıpkı Osmanlı'nın Gerileme Devri gibi TSM'nin çok büyük kulak kaybını da beraberinde getirdi. Fakat aynı dönemde devlet, konservatuarları yaygınlaştırma ve koroları devletleştirme sürecini başlattı. Bir bakıma TSM, devlet desteğiyle arabesk karşısında 'subvanse' edildi. TSM, ayağının altından hızla çekilen popülarite halısını geri kazanabilmek için harekete geçmek yerine 'yoz müzik' propagandasını tercih edince, dinleyici sayısı hızla düştü. Anlı şanlı korolar, sanatçı yakınlarına konser veren, suratı asık koristler ile Bezgin Bekir edasındaki saz sanatçılarının 'zoraki temaşa' tablolarına dönüşüverdiler. Ancak popüler olana küfretmek yerine tedbir alma zamanı geldiğini söyleyenler çıktı. TSM'nin saygın sanatçılarından Zeki Müren dahi, arabesk söylemek zorunda kaldığına göre 'ters giden bir şeyler' olmalıydı. TSM'nin bazı aklı başında temsilcileri, arabeskte küfretme dışında neler yapabileceklerini araştırmaya başladılar. Kimi çoksesli Türk Sanat Müziği dedi. Batı müziği makamları ağırlığında ve çokseslilik arayışlarında eserler oluşturuldu. Fakat TSM'nin yapısına uygun olmayan Batılı çözümler, 'çok sazlı' ve gayet lezzetsiz şey(!)lerin doğmasına yol açtı. Bilgisayarın 1980'de 'masaüstü'ne taşınması ve bundan 10 yıl sonra internetin keşfi, müzikteki kuralları bir daha asla geri dönülmez tarzda yeniden oluşturmaya başlayınca TSM'nin de bahtı, farklı ufuklara yönelir oldu. CD, 1986'da hayatımıza girdi. Küreselleşmenin zihnimizde var ettiği yeni yüzler, yeni şarkılar, Hollywood filmlerinin ünlü kıldığı eserler, metal, rock'n roll, caz gibi yeni türler ve Madonna ya da Michael Jackson gibi ikonlar, zaten yoğun olan müzik ajandamızı daha da şişiriverdi. Böylesi yoğun ajandada TSM'nin kendine yer bulması için farklı bir şeyler yapması kaçınılmazdı. 2001'de Türk Musikisi'nde Yeni Arayışlar toplantılarında, bir grup "TSM neden evrensel müzik olsun! Biz bize yeteriz ve popülarite, yozlaşmadır," diyordu. Diğer grup ise "Şimdiki icra yapısı, repertuarı, sunumu sorgulanmalı ve halka sevdirmek için yeni adımlar atılmalı," dedi. Alev Alatlı'dan Orhan Gencebay'a dek farklı disiplinlerden gelen bizler, neticeye varmadan dağıldık. Gerçi aradan geçen süre içinde minik minik çok şey yapıldı. Konservatuarların yetiştirdiği mezunlar sektöre girdikçe kalitede belirgin bir yükselme yaşandı. Eskiyi olduğu gibi icra mantığının ötesine varıldı ve ses sitemimiz dahi sorgulanır oldu. Oda müziği doğasındaki TSM'nin geniş halk kitlelerine yayılması, ne tuhaftır ki 'çok fazla kızdıkları' ve 'yoz buldukları' müzik türlerinin icra yöntemlerine öykünmesiyle başladı.

DİRİLİŞİN BAŞLANGICI
Daha güleç temsilciler, daha şık sahneler, yeni besteler, küresel gürültü içinde kendi sesini duymak isteyen küreselleşme yorgunları... Küreselleşme ile yalnız dünyanın müziğini duymadık. Dünya da bizim melodilerimizi, ritim ve formlarımızı dinledi. Bilmem siz de farkında mısınız? Metroda ya da otobüste, meydanda... Sırtında ud çantası veya ney kılıfı taşıyan gençlere daha sık rastlar olduk. Bir yandan Manowar dinleyen fakat öte yandan Müzeyyen Senar'ın tüm şarkılarını ezbere mırıldanan gençler... Batı perdeleriyle TSM yapanların hüsranı ardından belki Batı enstrümanları fakat Türk perdeleri kullanılan icralar... TSM, kendi yeni yolunu bulacak bir ivme içinde. Özellikle efsanevi icracılar 'Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, İhsan Özgen, Sadrettin Özçimi vs.' ve 'Kani Karaca, Bekir Sıdkı Sezgin, Alaeddin Yavaşça' gibi hanendeler ve diğer tanınmış güçlü temsilciler, küreselleşme yüzünden kafası karıştırılmışlarımıza 'kendi seslerine yeniden kulak kabartmakta' yardım ediyor. 4 milyon mandolin ile 40 yılda Üsküdar'a gidemedik. Ancak Üsküdar'a gider iken gerekli olanın belki de TSM'yi kendimize yakın kılacak kendi seslerimiz olduğunu anladık. Yeni sesler yeni besteler yeni güfteler ve yenileştirilmiş teknikler... TSM'nin yeniden dirilişini ben gelenekten geleceğe, 'kendi kalarak değişmek'ten geçtiğine inanıyorum.
Haberin fotoğrafları