kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 11 Şubat 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

İki dogma arasında

Türbanın üniversitelerde serbest kalması niyetiyle parlamento anayasa değişikliğine giderken Türkiye tef gibi gerilmekle kalmadı. Eskiden beri devam eden kutuplaşma yeni bir aşamaya da tırmandı.

Kutuplu toplumun tarihi
Aslı aranacak olursa Türkiye'nin kutuplu/kutupçu bir toplum olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Daha 1908'den sonra ortaya çıkan İtilafçı-İttihatçı ayrımı 1950'lerde Demokrat-Halkçı ayrımı haline gelmişti. 1970'lerde buna yeni bir boyut eklendi. İster sağcı-solcu, ister devrimci-ülkücü deyin, Türkiye 1980'lere kadar bu türden bölünmelerin zaman zaman iç savaş boyutlarına çıkan çatışmalarıyla geldi.
1980'lerden 2000'lere kadar iyi kötü bir uzlaşma sağlanmıştı. Apolitik bir politik ortamda Özal'ın ' ideolojiler bitti' sloganının etkisiyle Türkiye, tartışmalarını nispeten yumuşak terimlerle yaptı. Fakat 2000'lerden itibaren siyasal İslam'ın yükselmesi, toplumun git gide daha dindar bir kimlikle bütünleşmesi, Müslümanların toplum içinde kendilerine ait özelliklerle var olmak istemesi Türkiye'deki kutuplaşmayı tahrik etti. Toplum bu defa da muhafazakarlar-ulusalcılar olarak ikiye ayrıldı.
Bunda 11 Eylül sonrası dünyanın da bir payı var. İkiz Kuleler'e yapılan saldırı, dünyayı ikiye ayırdı. Medeniyetler Çatışması adı verilen bu yeni dönemin kutupları İslam-Batı olarak ortaya çıktı. Nasıl 1970'lerde Soğuk Savaş dünyaya Hür Dünya-Demir Perde ayrımını getirmiş, Türkiye de ondan payına düşeni beş yılda beş bin ölüyle ödemişse bu defa da benzeri bir sertleşme sonucu toplum ikiye bölündü.

Kesin inançlılar dünyası
Bu yeteri kadar rahatsızlık veren bir husus. İnsanlar git gide birbirine kulaklarını tıkıyor. O kadar ki, geçenlerde yaptığım bir konuşmaya ve yazdığım bir yazıya neredeyse elifi elifine aynı sayıda tepki aldım, türban yanlılarından da karşıtlarından da. İki taraf da beni kendinden olmamakla ve malum tabirleriyle suçluyordu. İki tarafın da kendine ' inanmış bir militan' aradığı, istediği ortada. O keskinlikte olmadınız mı sözünüzü kimse dinlemiyor.
Bu duruma çok da şaşırmıyorum. Türkiye'de ne eğitim düzeni ne de toplumsalsiyasal ortam insanları özgürlükçü bir tutumla donattı. Tam tersine, Türkiye'de devlet ve rejim homojen ve üniform bir zihniyetin oluşması için çaba harcadı. Herkes aynı şeyi düşünecekti ki, bu analitik, aykırı, sorgulamacı ve eleştirel olmama anlamına geliyordu. Eğitim dünyasında bunu sağlayacak yöntem de ezbercilikti. Belli bir doktrinin belletilmesine dayalı bir anlayışın etrafında kurulmuş bu eğitim sisteminin bir zamanlar çok meşhur olan Amerikalı felsefeci Eric Hoffer'in 'kesin inançlı' (the true beliver) dediği insanları yaratmaktan öte bir anlamının olmadığı aşikar. Bir noktadan sonra dogmatikdinsel bir tavır bu. Böyle bir anlayış, şu ya da bu kesimden olsun, insanların inandıklarıyla yaşamasına, bildiklerini sorgulamamasına ve karşıdakini dinlememesine yol açar.

Cumhuriyetçi dogmatizm
Haydi, din, yapısı gereği böyle bir yaklaşımla bütünleşir diyelim. Bir inanç meselesidir. Tartışılması çok güçtür. Ya öteki kesime ne oluyor?
Olan şu: Cumhuriyetçi rejim, Türkiye'de inanca dayalı bir eğitim sistemi kurdu. Düşünmeyi değil ezberlemeyi öğretti. Maksadı homojen ve üniform bir toplum ve insan yaratmaktı. Muhalefeti ve tepkiyi hainlikle bütünleştirdi. Rejimin 'doğrusundan' başka bir şey önereni hainlikle suçladı . Hal böyle olunca da istediği kadar özünde Aydınlanmacılıktan gelen bir dürtü barındırsın veya o iddiada olsun, son kertede o da dinseldogmatik bir zihniyete sahiptir. O nedenle de bugün yeteri kadar sağlam ve analitik bir muhakeme geliştiremiyor. Despotik aydınlanmacılık veya laik dindarlık içinde sıkışıp kalıyor.
Kısacası, sokaktaki adam düzeyinde bakınca, değişen bir şey yok: iki dogmatik yaklaşım birbiriyle çatışıyor. Asıl sorun bu!