kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 4 Şubat 2008, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Türbancılık ve otoriter muhafazakârlık

Türban konusu çözülecek derken yeni bir bunalımın kaynağı haline geldi. Hatta, bir değil iki bunalımdan söz etmek gerekir. Birincisi AKP'nin MHP ile yaptığı koalisyondur. Bu, 'liberal muhafazakâr' bir seçimin 'otoriter muhafazakâr' bir tercihe doğru kaymasıdır. İkincisi, AKP, türbanı genel anlamda demokratik hakların genişletilmesi ile ortadan kalkacak bir sorun olarak görmekten vazgeçti. Türbanın tekilliği üstünden giderek demokrasiyi tanımlamaya yöneldi. Her iki tutum da bırakın liberal demokratları, şu anda liberal muhafazakâr çevrelerde bile hassasiyetle karşılanıyor. Şimdi bunları açayım.

Yasakçılığı aşma umudu
Türkiye'de bugün hâkim olan devlettoplum ilişkisi yaklaşık otuz yıl önce biçimlendirildi ve 12 Eylül'den sonra egemen olan ideoloji toplumu yasaklı, vesayet altında tutulması gereken bir varlık olarak tarif etti. Toplumun kendi anlayışı doğrultusunda hareket etme olanağı yok edildi. Kısacası, hâkim ideoloji yasakçı-vesayetçi bir rejim tarif etti ve gerçekleştirdi.
Aradan geçen zamanda bu çerçeveyi kırmak için bazı adımlar atıldı. Türkiye'de ekonomik altyapının ve sınıfsal dürtülerin imkân verdiği ölçüde 1982 Anayasası'nın değiştirilmesi ve daha özgürlükçü bir toplumsal yapıya geçmek için bazı girişimler olduysa da asıl büyük dönüşüm 2000'li yılların başında devreye giren AB uyum yasalarıdır. O günden başlayarak Türkiye'de liberal demokratik bir yapının hiç değilse bazı biçim şartları ortaya çıktı ve yasalaştı.

Liberalleşmeye rest: 301
Ne var ki, hâkim bürokratikdevletçi kadrolar bundan ürkerek önlemlerini aldı ve bu defa 301 devreye sokuldu. Devlet, gayet otoriter bir mantıkla kendini koruma altına alıyor ve o anlamda da dokunulmazlığını bir kere daha vurguluyordu. Söz konusu durum, burada girmemize olanak bulunmayan nedenlerden ötürü, daima devletçi bir muhakemeye sahip yasal organların verdiği kararlar ve yargıç aktivizmiyle de desteklendi. Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi 1961'den beri devam eden refleksleri içinde verdikleri kararlarla devletçi alanı ve ona eklemlenmiş kamu düşüncesini öne çıkardı.
Bugün çok yanlış bir biçimde türbana indirgenmiş olarak tartışılan kamu veya kamusal alan meselesi tastamam budur: bireyin kamusal ilişki ağı içindeki pozisyonu, kimin belirleyen kimin belirlenen olduğu.
2002'de yapılan seçimler bu açıdan bir dönüm noktasıdır. O dönemde AB odaklı bir demokratik arayış benim taşıyıcı koalisyon dediğim ve özellikle aydınlar-basın gibi ikincil toplumsal belirleyicilerden oluşan kuvvetleri AKP etrafında toparladı. AKP, aslında imkansız olamasa da zor bir seçimdi. Çünkü, daha önce çok kez yazıp vurguladığım gibi, toplumsalsiyasal bir dönüşüm muhafazakâr olduğunu öne süren bir siyasal partiden bekleniyordu.
AKP 2007 seçimlerinden sonra yeni bir anaysa ile ortaya çıktığında muhafazakâr değil liberal adalesine yükleniyor görüntüsünü verdi. Oradan hareket ederek kamuyu, kamusallığı, bireydevlet ilişkisini yeni bir zemine oturtabilirdi. Fakat devletçibürokratik kesimden gelen tepkiyle hızla geri çekildi. Anayasayı bir bütün olarak değiştirmekten ve onu bir haklar metni olarak tanımlamaktan vazgeçti. Noktasal bir özgürlük tanımı yapmayı ve bunu türbanla bütünleştirmeyi yeterli saydı . Daha da beteri bunu muhafazakâr otoriter ve AKP'nin 2002 sonrasında temsil ettiği ideolojiye tepki odağı olan MHP ile yapmaya çalıştı, çalışıyor.
Bu, kolay kolay aşılacak bir nokta değildir. Çünkü, devletçibürokratik elitin liberal kanatları dahi içinde MHP'nin olduğu bir modele tepki gösteriyor. Bu model onunla da kalmıyor; çözüm uygulaması denilen 'indirgemeci dayatma' izlenimi demokrasiyi dar bir kulvara itiyor.
Çarşambaya devam edeyim...