kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 30 Ocak 2008, Çarşamba
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Atilla Yayla'yı 'denetlemek'

Türkiye, Amerikalıların tabiriyle "asla sıkıcı olmayan" bir ülke. Her sabah gözümüzü bir olayla açıyoruz ve akşama kadar onun üstümüzdeki yıkıcı etkisini aşmaya çalışıyoruz. Önceki gün basına yansıyan ve hemen dün birçok yazarın köşesinde karşılık bulan "dehşet verici" olay, Profesör Atilla Yayla için mahkemenin açıkladığı, avukatının temyiz edeceği karardır.
Yayla, Atatürk'e hakaretten suçlu bulundu. Bu mevcut yasalar ve hakim uygulamaları çerçevesinde benim için sadece "yasal-fiziki" açıdan kabul edilebilir bir durumdur. Ama aynı mahkeme Yayla'nın belli bir süre bir başka kişinin " denetimi " altında tutulmasını da karara bağladı. Böyle bir uygulamayı, böyle bir kararı, akıl ve mantık çerçevesinde kabul etme imkanı var mı?
Bir insan siyaset bilimi hocası olacak, kitap yazacak, görüş, düşünce üretmek onun işi olacak. Daha sonra onları, mahkemenin kararına göre bir başka kişinin "denetimine" sunacak. Onay gelirse, suç işlememiş, onaylanmazsa suç işlemiş sayılacak ve iki cezayı birden çekecek. Hukukta, akli melekelerini yitirmiş olan insanları başkasının denetimi altına verme gibi bir uygulama vardır ve buna eski dilde 'hacir' deniyordu . Evet, koşul çok netti: bir hekimler kurulu kararıyla akli melekelerinin bulunmadığına karar verilmesi. Şimdi bu durumu nasıl açıklayacağız: mahkeme Yayla'nın akli melekesine sahip olmadığını denetleyecek yoksa tam tersine akli melekelerine sahip olduğunu mu?

Bunun bir tür vesayet sistemi olarak düşünelim. Vesayet aslında Türkiye'deki siyasal sistemin kendisi için geçerli bir durumdur ve literatürde çok irdelenmiştir. Devlet, Türkiye'de, vasidir, toplumu "hacir" altında tutan organdır, çünkü Türk siyasetinde toplumun ergin olduğuna, kendi ussal yetileriyle hareket edebildiğine inanmaz. O nedenle de en görünmedik halinde dahi, devlet, söz konusu vesayet sistemini işletir. Şimdi aynı vesayet uygulamasını bir üniversite hocası için uygun görüyor.
Süleyman Demirel yıllar önce, "devrimleri daha ne kadar süre yasayla koruyacağız" diye soruyordu? Türkiye, 1950'lerde çıkarılan bir yasayla Atatürk'ü koruyor. Profesör Yayla'yı da o çerçevede cezalandırıyor. Bir yasa varsa diyelim suç da var. Burada onu tartışmıyoruz. Burada bir zihnin, bir düşüncenin başka birisinin vasiliği altında denetlenip denetlenmediğini ele alıyoruz. Kaldı ki, bu ülkede Atatürk'e söz edilmesine halkıntoplumun tepki gösterdiği, Atatürk'ün bir toplumsal değer olarak benimsendiğini sosyologlar saptadılar. Mesele o değil, şu:
Fransa'nın, kendi tabiriyle, düşünce sistemleri tarihçisi Michel Foucault'nun artık barlarda ve kahvelerde de okunan Disiplin ve Ceza: Hapishanenin Doğuşu isimli yapıtında temel bir saptaması vardır. Foucault, 17. yüzyıldan başlayarak cezanın ortada infaz edilen bir şey olmaktan çıktığını ve hapishane denilen yere "kapatıldığını" belirtir. Artık çoğu durumda hapishane binası bile ortada değildir. İnsanlar cezanın sadece soyut varlığını bilir. Çünkü, devlet de görünmez bir varlıktır ve o cezayı uygulayacaktır. Devlet, büyük vasidir, büyük gözetleyicidir.
Aslında "teşhir"den, "ibret"ten insanı uzaklaştıran ve modernleşmeyle birlikte ortaya çıkmış, onunla atbaşı giden bir "gelişme"dir bu. (Aynı durum deliler-akıl hastaneleri, hastalar-hastaneler için de aynen geçerlidir.)
Şimdi, bugünkü durumu nasıl yorumlayalım? Koskoca bir profesörün görüşlerinin denetlenmesi modern hayatın en tehlikeli unsurlarından birisi olan sansürün yeniden gündeme getirilmesi midir, düşüncenin ayağının, elinin kilitlenmesi midir, devletin gücünün yoksa aczinin mi sergilenmesidir?
AB, özgürlük, demokrasi derken geldiğimiz nokta bu. İnsanın "ört ki ölem" demekten başka elinden bir şey gelmiyor.
Çaresizlik ise en büyük ölümdür!