kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 10 Kasım 2007, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
Günaydın 
ELVAN DEMİRKAN

Akıllı olmanın yeni tanımı: Duygusal zeka

Hepimizin çocuklarımızdan beklentileri aynı... Hayata uyum sağlayan, sevgi dolu birer yetişkin olmaları! Hatta daha da iyisi; hayata uyum sağlayan, sevgi dolu, aynı zamanda da bir 'dahi' olmaları. Yüksek IQ'yu (akılcı zeka) başarılı ve prestijli bir hayatın anahtarı olarak gören bir toplum olarak eğitim sisteminde çocuklara nasıl düşüneceklerini, akıl yolu ile bir problemi nasıl çözeceklerini öğretip; akademik başarıyı arttırmaya çalışıyoruz. Ancak, nasıl hissedileceğini, nasıl yaratılacağını ve insan ilişkilerinin dalgalı sularında dümenin nasıl sağlam tutulacağını göstermekte biraz yetersiz kalabiliyoruz.

OLGUNLUĞA KATKISI YOK

Bu IQ fetişi ve 'akıllı olma' kavramı psikolog Daniel Goleman'in 1995'te yayımlanan dünyaca popüler 'Emotional Intelligence' (Duygusal Zeka) adlı kitabından sonra değişmeye başladı. Goleman kitabında; duygusal zekanın (EQ), akılcı zekadan daha önemli olduğunu, yüksek IQ'nun genel hayatta ve ilişkilerde tatmine, yeterlilik hissine ve psikolojik olgunluğa hiçbir katkısı olmadığını kanıtlıyordu. (Örnek: Bazı çok zeki ve entelektüel köşe yazarlarının sayfalarını kişisel ego çatışmalarına ve birbirlerini en aşağılayıcı hakaretlere ayırmaları gibi...) Kısaca; yüksek IQ, aynen para gibi mutluluğu garanti etmiyor. Duygusal zeka ise hayatta karşılaşılabilecek üzücü bir değişime, hayalkırıklığına, strese ve sıkıntıya nasıl adapte olacağımızı belirler. Her şeyden önce empati yeteneğini güçlendirir. Yani yüksek IQ okulda başarıyı sağlarken, EQ hayatta başarıyı sağlıyor. Daha önce Washington DC civarındaki bazı ilkokullarda yoga dersi verdiğimi yazmıştım.

NEFES ALMAYI ÖĞRETTİM

İlkokul üçüncü sınıf öğrencilerine ilk derste "Öfkelendiğiniz zaman ne yapıyorsunuz?" diye sorduğumda; aldığım cevaplar farklı ama davranış şekli çoğunlukla aynıydı. 'Hırsını kardeşinden çıkartıyor, vuruyor, oyuncağını atıyor, yatağını tekmeliyor, annesine bağırıyor' gibi... Derste agresif davranış yerine alternatif şekilde öfkelerini bırakabilecekleri yolları denerdik. Rahatlamaya motive edecek bir müzik koyup, sonra öfkeyi bedenlerinin neresinde hissettiklerine dikkatlerini çekip, bedenleri ile kontak kurmalarını sağlayacak derin, rahat nefes almayı öğretirdim. Çocuklar bu şekilde vücutlarının ve düşüncelerinin nasıl beraber çalıştığını tecrübe ederler. Kendilerini alıştıklarından farklı bir şekilde fark etmeye başladıklarında, duygusal farkındalılıkları da gelişiyor. Özellikle çekingen, içine kapalı olanların duygularını dile getirme konusunda rahatlıkları artıyor. Çocuklar derste bilinçli sakinleşmenin nasıl hissettiğini öğreniyorlardı. Önce sakinleşecekler ki; gerçekten ne olduğunu görecekler ve ona göre ne yapacaklarına karar verecekler. Bizim çocukluğumuzda eğitim sistemine düşünce ve davranış ilişkileri ile ilgili pratikler öğretilseydi, belki bu hız ve hırs dolu hayatımızda 'otomatik pilotta' yaşamaya bu kadar alışmazdık. Bu kadar sinirli ve gergin olmamayı becerebilirdik...