kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 29 Eylül 2007, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
Cumartesi SABAH 
SUNAY AKIN

Merhaba sinema ve elveda!

Telefonda sevgili Nebil Özgentürk'ün sesi: "Sunay, neredesin? Mustafa Altıoklar günlerdir seni arıyor. Cumhuriyet belgeseli için çekeceği filmde hakim rolünü senin oynamanı istiyor." Cumhuriyet tarihinin insan öyküleriyle anlatıldığı harika bir belgesel hazırlıyor, Nebil Özgentürk. Aylar öncesinden başladı çalışmalar; Nebil, her biri kendi alanında uzman insanlarla toplantılar düzenledi, arşivler tarandı, filmler izlendi, kilometrelerce ötelerde çekimler yapıldı, röportajlar yapıldı. Nebil ağabey, her işinde titizdir, arı gibi çalışır. Ama ben onu hiç bu kadar heyecanlı, hevesli ve arzulu bir tempoda görmemiştim. Sponsorluğunu Deniz Bank'ın yaptığı belgesel için Bahçeşehir Üniversitesi araştırma ve teknik konularda destek sağlıyor. Belgeselleriyle toplumun belleğini güçlendiren, bilgi toplumu olmak yönünde sağlıklı adımlar atmamızı sağlayan Nebil için bu belgesel, tüm çalışmalarını taçlandıracak bir seyir izliyor. Biz dönelim hakim rolüne: Vay be!... Sonunda bir yönetmen beni keşfetti! Mustafa Altıoklar ile sohbetlerimizde birlikte bir şeyler üretmenin hayalini kurmuştuk, ama bir türlü kısmet olmamıştı. İşte an, bu andı! Hakim rolüyle ben de usta bir yönetmenin karşısına geçecektim! Altıoklar'ın da tıpkı Metin Erksan, Zülfü Livaneli, Şerif Gören, Ali Özgentürk, Sinan Çetin gibi Nebil'e destek olmak, Cumhuriyet tarihi için bugüne kadar yapılanlardan çok daha farklı olacak belgeseli zenginleştirmek, farklılaştırmak amacıyla kısa bir film çekmek duyarlığını gösterdiğini biliyordum. Bu kadar çok şeyi nereden mi duymuştum? Efendim, ben de nacizane, bu çalışmanın danışmanlarından biriyim.

'HÂKİM Mİ, SAVCI MI?'
Çekim, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası'nda yapılacaktı. Mahya Işıkları'nın çekimi biter bitmez yola koyuldum. Beykoz'a vardığımda saat 21.00'e geliyordu. Fabrikanın kapısından içeri girer girmez, bir korku filminin setinde buldum kendimi! Kapatılan fabrika, harap bir haldeydi ve gecenin siyah pelerini altında son derece ürkütücüydü. Nebil'i, rol arkadaşlarım (!) Halil Ergün, Aytaç Arman ve Ahmet Utlu'yla Boğaz'ın kıyısında otururken buldum. Bir şeylerin ters gideceğini Nebil'in beni selamlayan şu sözlerinden anlamıştım: "Ooo!.. İşte savcı bey de geldi!" "Ne savcısı? Ben hakim rolündeyim!" diye itiraz ettiğimde, pişkin pişkin güldü Nebil: "Ne fark eder canım; ha hakim, ha savcı!?." "Eh," dedim içimden, "savcı rolü de fena değil!" Sinemaya adım attığım ilk günde, kapris yapmanın bir anlamı yok, buna da şükür! Boğaz'ın kıyısındaki sohbet, o kadar güzeldi ki saatin gece yarısını geçtiğini anlamadık bile... Sohbet esnasında, dört dakikalık kısa filmin senaryosunu da öğrenmiştim: İdam cezasının uygulandığı yıllarda, kadın mahkumlar için şöyle bir kolaylık (!) sağlanıyordu: Asılmasına karar verilen kadın, hamile ise doğurmasına izin verilir, hemen sonra darağacında sallandırılır!!!

HAPİSHANE MÜDÜRÜ
Biz kendi aramızda konuşurken, Mustafa Altıoklar doğum sahnesini çekiyordu. Asılacak kadın Nehir Erdoğan'dı. Ebe ise Meral Okay. Biz de infaz heyeti olarak sıramızı bekliyorduk. Ne var ki, saat 02.00 civarında Nebil bana "Savcı Bey!" diye seslenince, sevgili Ahmet Utlu'nun itirazı duyuluyordu: "Nebil, Sunay'a savcı deme, çünkü savcı benim!" Aha! Savcılık da gitti! Eee, ben kimdim? İdam sırasında, hapishanenin avlusuna sıralanan infaz heyeti geldi gözümün önüne: Kimler olurdu o heyette? Savcı, avukat, doktor, hapishane müdürü, imam... Yo, yoo! İmam değildim, çünkü o rol Tuğrul Süer'indi. Şu işe bakın ki, ikinci şiir kitabım Antikacılar'ın kapağını hazırlayan sevgili Tuğrul'u tam 15 yıl aradan sonra ilk kez görüyordum. Ben ya doktordum ya da hapishane müdürü!?. Çünkü, avukatı Halil Ergün, ona kadının hamile olduğu raporunu, son anda ulaştıran yardımcısını ise Aytaç Arman oynuyordu. Kendimi beyaz önlük içinde düşünürken, Nebil'in sesi bir kez daha yıkıyordu hayallerimi: "Sunay, sen hapishane müdürüsün. Doktoru Mustafa oynayacak!.." 150 yılı aşkın bir zamandır, insanların yere sıcacık ve sağlam basmaları için işçilerin alın teri akıttığı tarihi bir fabrikada, bir insanın ayaklarının yerden kesilerek asılmasının hikâyesi çekiliyordu! Saat 06.00'da, eve dönerken yorgun argın, seti ziyaret eden Ali Özgentürk'ün şu sözleri yankılanıyordu kulaklarımda: "Arkadaşlar, burası dedelerimizin ayakları gibi kokuyor!!!"