kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 7 Eylül 2007, Cuma
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
UMUR TALU
Dipsiz Kuyu

İhmale hiç gelmez!

Telefondaki ses çok vakurdu.
Ama belli ki çok da acılı.
Ve çok şaşkın.
Bir yanda derin bir üzüntü, acı; bir yanda bu insanların kaderi olmuş bitmez tükenmez "kandırılmışlık hissi"nin yeni bir tezahürü:
"Ben akrabasıyım. Bize dediler ki, 'Kalp krizinden öldü'; ama haberlerde diyor ki, 'Elektrik çarptı'. Hangisi doğru?"
Sahi, hangisi doğru?
Sabah'ın, "Büyük medya sağırlıkları"na inat, vicdanlı ve sorumlu bir gazetecilikle manşet yaptığı...
Tuzla tersanelerinde "12 günde işbaşında ölen 5 işçi" den sonuncusu, "3 Eylül yolcusu" Bekir Özmen nasıl öldü?
İşbaşında öldü de, kalp krizinden mi, elektrik çarpmasından mı?
Neden onca iş arkadaşı "elektrik çarptı" derken, doktor raporları "kalp krizi" dedi?
Önce kriz geçirdi de o sırada mı elektrik çarptı?
Yoksa elektrik çarpmasıyla mı 40 yaşında duruverdi kalbi?
Kalbi yoruldu mu da durdu, vuruldu mu da durdu?
Önceki günkü yazıda;
"Tuzla tersane patronları biri MHP, biri AKP'den iki milletvekili; çoğu sigortasız, güvencesiz 20 binden fazla işçi ise son 12 günde 5 ölü çıkardı" diyordum.
Tersane patronluğundan Meclis'e giden iki milletvekili, "MHP'li D. Ali Torlak" ile "AKP'li H. Kemal Yandımcı" o sabah erkenden aradılar.
İkisi de nazik ve üzgündüler.
"İşin peşini bırakmayacakları"na dair vaatte bulundular.
"Yazdıklarınıza hiç itirazımız yok" dediler.
"Aşırı sipariş ve yükünün yarattığı sıkıntılar, istiap haddinin aşılması"ndan da bahsettiler; işin zorluğu ve işçilerin eğitimsizliğinden de.
Yardımcı, "taşeron sistemi"nden de yakındı.
Kendilerinin, ölen işçilere "sendikalı muamelesi" yaptıklarını söyledi; ama ölmeden neden "sendikalı muamelesi" görmediklerini söylemedi.
Ben de açıkçası, telefonda şunu soramadım:
"Siyaset, partiler, hayat neden böyledir? Neden az sayıda patrondan iki milletvekili çıkar da, binlerce işçiden bir tane çıkmaz; sadece ölü çıkar?"
Yani, bunun lanet cevabını biliyor olmakla yetindim!
Şimdi bir daha şunu sorayım:
Bekir Özmen'i ne çarptı?
Elektrik mi, kendi kalbi mi?
Doktor raporu hangi hassasiyetle hazırlandı? Doktor kendinden emin mi? Vicdanı doktordan emin mi?
Bekir Özmen açısından artık, "ölüm nereden, nasıl gelmişse gelmiş" fark etmez zannedilebilir ama; işverenler açısından ikisi arasındaki fark nedir?
"Ecel" ile "iş kazası" arasındaki vicdani yük ile cüzdani sorumluluk mesafesi veya uçurumu ne olabilir?
İnsanların ölünce kalbinden raporlanması, cesetlerin baretlendirilmesi, ancak öldükten sonra, o da bazen, sendikalı muamelesi yapılması, sigortasız işçilerin "misafir kartı" ile, sanki geçiyormuş da uğramış, sanki arkadaşını ziyarete gelmiş, sanki gemileri çok merak etmiş, sanki asbest tutkunuymuş gibi işe sürülmesi, siparişe gemi yetiştirilirken yangından ceset, cürüm, sorumluluk ve hesap kaçırılması ne tür bir "demokratik sosyal hukuk devletinde ahlaklı serbest piyasa"dır?
Hayata, insana dair hak ve hukuk üstüne söylenenler neden bu kadar palavradır?
İstiklal'de onlarca insanın, dün Ergun Babahan'ın sorduğu soruyu, "Beyoğlu'nda karakolda silahla öl(dürül)en Afrikalı genç"i de soralım; ihmal etmeyelim.
Tuzla'da onlarca arkadaşının önünde ölen tersane işçisini, "parlak bir sanayinin zenci köleleri"ni de.
İnsan olmak, gazeteci olmak, böyle ihmallere hiç gelmez!
Bir gün kalbiniz sıkışır.