kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 6 Eylül 2007, Perşembe
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Kültür Bakanlığı ne yapmalı?

Ben 1990'lı yıllarda uzunca sayılabilecek bir süre Kültür Bakanlığı'nda danışman olarak çalıştım. O dönemde hala etkin ve etkili bir sol parti vardı ortada ve o parti, SHP, iktidar ortağıydı. Kültür Bakanlığı da adeta tartışılmaz bir kararlılıkla o partiye verilmişti.
Bakanlığa gittiğimiz ilk dönemde oradaki ideolojinin belirlenmesinde etkili kişilerden birisi olarak kafamdaki model belliydi: Kültür Bakanlığı, politika tayin eden, onu topluma dayatan bir kurum olmamalıdır! O model 1930'larda uygulanmış ve bitmişti. Türkiye gibi bir ülkede Kültür Bakanlığı'na gereksinim vardı. Fakat bu gereksinim çok özel bir koşulla sınırlıydı: kültür politikasını tayin etmemek! Bu görüşün gereği olarak da bir 'Ulusal Kültür Sanat Konseyi' oluşturulmalı, orada, meslek örgütleri temsilcileri aracılığıyla bulunmalıydı. Ayrıca her kültürel üretim alanı kendi içinde sivil bir girişim olarak örgütlenmeliydi. Bütçenin nasıl kullanılacağına, ilgili alanlarda neler yapılacağına bu kurullar karar vermeliydi.
Dönemin bakanları bu görüşü benimsedi ve bu yönde birçok açıklama yaptı. Türkiye'nin kültür çevrelerinde büyük bir tartışma başladı. Söz konusu model bir anlamda Kültür Bakanlığı'nın lağvedilmesi demekti. Bu ürküntü veren bir görüş olarak değerlendiriliyordu ama sonunda istediğimiz kurul oluşturuldu. Ama SHP iktidardan düşüp bir daha da herhangi bir sol parti o bakanlığı yönetmeyince model rafa kaldırıldı. Oysa ona hala büyük bir ihtiyaç var.

Kültürel tartışma eksenleri
İhtiyaç var; çünkü, Türkiye, kültür meselesini belki doğal olarak ama gereğinden fazla ideolojik bir mantık içinde tartışıyor. Bu, kültürün yapısından kaynaklanıyor. Kültür doğrudan doğruya ideolojik bir olgu ve ancak ideolojik bir biçimde tanımlanabilir. Türkiye'nin sosyo-politik modernleşmesinin de bütünüyle kültürel-ideolojik bir dönüşüm olduğu hatırlanırsa söz konusu tartışmanın bizim için ne derecede hayati olduğu anlaşılabilir.
Gerçekten de bizim kültürel tartışma eksenlerimizle sosyo-politik modernleşme eksenlerimiz örtüşür. Tartışma odaklarımızı Batılılaşma ve yerlilik meydana getirir. Üstelik biz kendi geçmişiyle çok radikal bir kopuş yaşamış, geçmiş birikimini tümden inkar ve reddetmiş bir toplumuz. Abdullah Cevdet'in Batılılaşmacı İçtihad dergisinden etkilenmiş Cumhuriyet modernleşmesi için bu, bütün 'sentez' arayışlarına rağmen doğaldı. Hele 19. yüzyılın aydın öncülüğünde sürdürülecek Auguste Comtecu pozitivist anlayışı bu yaklaşımı kendi gününde büsbütün zorunlu kılıyordu. Bu modelle 80 yıl yol aldık ve çok önemli başarılar kazandık.

Muhafazakarlık: belki bir şans!
Ama artık belli bir dönemde telaffuz edilmesi bile suç sayılan bazı adımların atılmasının zamanı gelmiştir. Bu adımlar Türkiye'nin sadece geçmiş kültürel birikimiyle barışması değil, onu yeniden üretmesinin yolunu da açacak adımlardır. Bu modeli bir restorasyon dönemi modeli olarak nitelendirmekten kaçınmayalım. Unutmayalım ki, bugün iş başında kendini muhafazakar diye tanımlayan parti var ve benim oluşmasını önerdiğim hususlar bu siyasete yabancı ve uzak olmamalı.
Orası öyle fakat o aşamada bizi bekleyen önemli bir tuzağı da anımsatalım: restorasyon bütünüyle yol tıkayıcı bir nitelik kazanabilir. Eğer geçmiş kültürel birikim bugüne tek model olarak önerilirse o tuzağa düşülmüş olur. Bu bakımdan yapılması gereken, geçmiş birikimi politik-ideolojik bir dayatma olarak değil somut-nesnel bir birikim olarak ortaya çıkarmaktır. Evet, ortaya çıkarmak!
Tam da bunu anlatmak istiyorum: Türkiye'nin asıl ihtiyacı budur ve bu 'teknik' ve 'ekonomik' bir hadisedir. Ama bütün o tür şeylerde olduğu gibi siyasal kökenli bir duyarlılığı gereksinir. Arkeolojiden kütüphanelere, ses kayıtlarından divan edebiyatına, baleden Osmanlı klasik müziğine kadar her alan bu zihniyetin katkısını bekliyor.
Umarız 'muhafazakar' iktidar bu bilince sahiptir ve gereğini yerine getirir.