kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 5 Ağustos 2007, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
SOLİ ÖZEL

İki evren

Norveçli gazeteci Asne Seierstad'ın Kabil'in Sahafı (The Bookseller of Kabul) adlı kitabının kadınları anlatan bölümleri neredeyse istisnasız yürek paralayıcı tespitlerle dolu. Kadın olmanın sağladığı imkanla Seierstad kendisini liberal diye tanımlayan, kitap aşığı ancak aile içinde tam bir despot olan Kabilli sahaf Sultan ve ailesiyle dört ay yaşamış. Tanıklık ettiği dönemde tanıştığı, dost olduğu, sevdiği kadınların hayatları, gelir düzeyine bakmadan iç paralayıcı.
Bu kadınların kendi hayatları üzerinde hiç bir söz hakkı yok. Ömürlerini törenin kıskacında yaşamak zorunda bırakılan, birey olmak bir yana insan dahi olmalarına izin verilmeyen, kendi hayatlarının figüranları onlar. 1988'de İslamcılar tarafından öldürülen Seyid Bahaddin Majruh'un yazdığı gibi kendi şartlarına ancak "intihar ve şarkı ile isyan ediyorlar"dı. Aşk, hatta sevgi Afganistan'ın kadınerkek ilişkilerini (eğer bunlara ilişki denebilirse) tanımlayan evrende gereksiz hatta zararlıydı. Hayatı anlamı bu ilişkilerin çok dışında bir çerçevede şekilleniyor ve tanımlanıyordu.

Bergman ve Antonioni
Avrupa ve dünya sinemasının Pazartesi günü ölen iki devinin evrenlerinde ise insan ilişkileri özellikle de kadınerkek ilişkileri yaşamın anlamının merkezinde yer alırdı. Her iki ustanın yani Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni'nin eserleri bu ilişkilerdeki imkansızlıklar üzerine çeşitlemeler sayılabilirdi. Antonioni'nin hala eskimeyen başyapıtlarından Gece'de ( La Notte ), Monica Vitti "birisiyle ne zaman iletişim kurmaya çalıştıysam aşk yokoluverdi" deyivermişti. Atilla Dorsay'ın tanımlamasıyla her ikisi de "ruhun sinemacıları" kategorisindendi. Onların dünyalarında yalnızlık her insan için bir bakıma mukadderdi .
Bergman ve Antonioni insana ve onun hayatını tanımlayan ilişkilere eğildilerse de bakış açıları ve bundan da önemlisi sinema dilleri farklıydı. Dünkü yazısında Hasan Bülent Kahraman'ın da değindiği gibi Bergman'da her şeye rağmen bir tavır alış, bir anlam yükleme, çıkışçabası vardı. Antonioni'nin klasik filmlerinde ise hemen herşey muğlak, nedensiz, bağlantısız olarak şekillenirdi. Bu nedenle Antonioni filmlerinde çevre, manzara, renkler neredeyse olayların akışından daha önemli sayılabilirdi. Bu nedenle bitmez tükenmez planlar bu filmlerin tekniğine damgasını vururdu.

Tekrarları mümkün değil
Bergman'ın aksine Antonioni 1960'lardan sonra Yolcu (The Passenger ) dışında zihinlere kazınacak bir film yapmadı. Ancak en verimli olduğu dönemlerde modern insanın yabancılaşmasını, bunun karşısındaki ahlaki muğlaklığı, çözülen hayatların dramını, ve bu dramın sıradanlığını da belki kimse onun kadar yoğunlukla anlatmadı.
Türkiye'de Cinayeti Gördüm adıyla gösterilen Blow Up filminde tanık olduğunu sandığı bir cinayetin izini sürmek isteyen fotoğrafçının arayışında bu temalar görselleşir. Filmin sonundaki topsuz tenis maçı sahnesi bu bakımdan muhteşemdir.
Sonuçta Bergman ve Antonioni ile birlikte göçen belli bir dönemin ve çağın duyarlılıklarıdır da aynı zamanda. İsledikleri temalar kalıcı olsa da bunların peşinde koşan sanatçılar bulunsa da 20. Yüzyılın ağır tarihinin, Avrupa'nın kabuk değiştirmesinin de tanıklığını yapmış bu iki devin bakışını tekrarlamak mümkün olmayacaktır. Bugünün dünyasında zaten ne o kadınlarla erkekler kalmıştır ne de bu kadar yavaş tempolu, felsefi filmlerin pek müşterisi vardır.
Ama filmler hep bizimledir.

İzninizle biraz tatil yapacağım.