| |
Dünü bilerek bugünü yaşamak neyi değiştirir ki?
Kanuni Sultan Süleyman sıcak bir yaz günü Yeniçeri ortalarını ziyaret ve teftiş ederken, susamış. Soğuk şerbet istemiş. Ona bir kap içinde soğuk şerbet ikram etmişler. Kanuni de, şerbeti içtikten sonra o tası altınla doldurtup, geri göndermiş. Ertesi yıl yine ortaları ziyaret ve teftiş ederken, her ortanın önüne geldiğinde şerbet dolu bir tas sunmuşlar ona. O da her tası altınla doldurtup, geri göndermiş. Bu şekilde her o mevsimde Padişah'a Yeniçeri ortalarından bir şerbet dolu tas gönderilmesi ve bunların altınla doldurulup, iade edilmesi gelenek olmuş. Savaşlarda bile cepheden bu taslar saraya gönderilir ve altınla dolu olarak geri gelmeleri beklenirmiş. Duraklama dönemindeki savaşlardan birinde, Yeniçeriler yine İstanbul'a şerbet taslarını göndermişler. Ancak Hazine'de altın kalmadığı için taslar geri gönderilmemiş. Bunun üzerine Yeniçeriler savaşı bırakıp, bir nevi greve başlamışlar. Direniş haberi İstanbul'a ulaşınca Saray mutfağındaki altın tabaklar eritilip, bunlarla sikke bastırılmış. Şerbet tasları altınla doldurulup hemen cepheye gönderilmiş ve böylece yeniçeriler savaşa yeniden katılmış.
TARİH VE BUGÜN Tarihimiz böyle öykülerle de dolu. Örneğin şimdiki Belgrad Ormanları, 19'uncu yüzyılın başına kadar Avrupa'nın en büyük ormanlarından biriymiş. Mesela Fransız elçisi huysuz karısıyla kavga edince bu ormana kaçıp saklanırmış ve bir haftada bulamazlarmış onu. 2'nci Mahmut'un yeniçerileri tasfiye ettiği Vakai Hayriye'de bir bölüm yeniçeri kıtalden kaçmak için Belgrad Ormanları'na kaçınca, bu orman yakılmış. Yani şimdiki Belgrad ormanları, henüz 200'üncü yılını bulmayan yangın artığı genç bir ormanmış. O dönemde yani 1820'li yıllarda Türkiye'de bulunan Von Moltke, " Mektuplar "ında Serasker (Ve kısa dönem için Sadrazam) Hüsrev Paşa'yı anlatır. Padişah 2'nci Mahmut Batıcı ve modernci bir hükümdar olduğu için, Hüsrev Paşa Padişah'ın gözdesi olduğu dönemlerde redingot ve fes giyermiş. Gözden düştüğü dönemlerde de Boğaz'daki yalısına çekilip, sarık sarar, entari giyermiş ve nargilesini tüttürüp denize bakar dururmuş. Bunları neden yazdığım konusuna gelince. Kanuni döneminde Habsburglar'ın İstanbul'daki elçisi olan Baron de Bousbeq, " İstanbul' daki bir kahvede bir Süleyman' dan bahsedildiği zaman bunun Muhteşem Süleyman mı, yoksa Hazreti Süleyman mı olduğunu anlayamazsınız. Çünkü Türkler zaman kavramını vurgulamaya fazla önem vermez " diye yazar anılarında. Son Lübnan tartışmaları dolayısıyla söylenen ve yazılanları izlerken, ben de "Zaman" kavramını karıştırdım durdum.
ZAMAN DURDU MU? Cumhuriyet'le birlikte Batı'nın alfabesi dahil hukuk kurumlarını, kanunlarını da benimseyen, daha sonra NATO'ya, OECD'ye giren, ABD ile stratejik ittifak kuran, AB'ye üye olmayı ulusal hedef şeklinde benimseyen Türkiye, Lübnan'ı tartışırken, bir anda Ortadoğu ağırlıklı bir görünüme girivermişti. Sanki Batı ile birlikte olmak taktik bir manevraydı ve aslolan Doğululuk'tu. Türkiye Cumhuriyeti'ni Batılı yapan eski tek parti bile, çok partili dönemde AK Parti karşısında Batılı olmayı reddediyordu. Sanki Türkiye mesela AB ülkeleri ile birlikte Lübnan'a asker göndererek, " Mazlum milletler "e karşı " Düveli Muazzama " yanında mı yer alıyordu? Acaba dün ile bugünün böylesine karıştırıldığı bir ortamda güncele takılmak yerine eskiyi anlatmak daha mı geçerli olabilir? Eski " Kapıkulu-devlet " hikayelerini bugüne aktarınca çok şeyin değişmediğini görmek, acaba " Böyle gelmiş böyle gitmez " doğrultusundaki tepkileri canlandırabilir mi? Ben de böylece bugün biraz tarihe takıldım.
|