We Love You Hagi
(Yalnızca Galatasaraylılar okusun!).
Hagi'ye dair bir başka yazı daha. Belli ki sonuncusu olmayacak. Ciga bizi her seferinde şaşırtmaya, sarsmaya devam edecek. Bir türlü anlamayadıklarımızı anlatmaya. En son kişi de anlayıncaya kadar anlatmaya devam edecek bıkmadan.
Hagi'yi yazmadan, bu yazının yazılmasına "vesile" olan "olay"ı bir de biz aktaralım. Olay filan da yok aslında. Hatta, yaşananları "bilinçli ve haklı" olarak "olay" haline getiren yine Hagi'nin ta kendisi. En baştan başlayalım: Belli ki "her şey" televizyondan ya da basın tribününden görülemiyor. Belli ki bizim gibi "taraftar tribünü"nde olmak gerekiyor bir maçı öncesi ve sonrasıyla yaşayabilmek için. Bu satırların yazarı, olup bitenlere "taraftar tribünü"nden tanık oldu. Ve geçen hafta o çok tartışılan olayın (!) başlangıcının, aslında bir önceki hafta oynanan Beşiktaş maçı sonrasına uzandığını gördü. O gün maç bittikten hemen sonra, numaralı tribünde kimlik kartında Galatasaray taraftarı değil, olsa olsa yalnızca "Galatasaray seyircisi" yazan birkaç kişi Hasan Şaş'a "lâf" attı. Hasan Şaş, önce tribüne dönüp yanıt vermek istedi. Ancak daha sonra hocasına koştu. Ellerini havaya açarak -birkaç kişiden de gelse- uğradığı "haksız" saldırıya isyanını gösterdi. Hagi, tribüne şöyle bir baktı ve sonra öğrencisine sarılarak onu soyunma odasına gönderdi. Ama biliyoruz ki, bunu "bir yer"e yazdı.
Bir hafta sonra, bu kez Olimpiyat Stadı'nda yine numaralı tribünde, bu kez "Galatasaray seyircisi" bile olduğu şüpheli kişiler Arif'le Hasan Şaş'ı ıslıkladılar. Sayıları beşi, onu geçmezdi. Sonradan Galatasaraylı(!) oldukları söylenen bazı spor(!) yazarlarının, bu "ucube gösteri"yi ciddiye alarak: "Eh, taraftar her zaman haklıdır, takımda emeklileri değil gençleri görmek istiyorlar!" türünden yaklaşım sergilemeleri, kendileri adına acıklı bir durumdu gerçekten. Nereden uydurdular bilinmez ama ortada "taraftar" protestosu filan yoktu. Hakikaten beşon kişiydiler. Oradaydık. Gerçeği görmediler ve yazmadılar. Gerçek şuydu: Islıklardan yalnızca üç-beş saniye sonra, kapalı tribündeki binlerce taraftar ayağa kalktı. Liderleri de erken ayrılmış olmasına rağmen, ultrAslan öncülüğündeki "Galatasaray taraftarları" müthiş bir refleks ve sağduyu göstererek Arif Erdem'e sevgi ve desteklerini yüksek sesle haykırdılar. "Taraftar" haklıydı. Arif Erdem ve Hasan Şaş, sevgi duyulacak futbolculardı çünkü.
Herkesin yaptığı gibi Arif'i ve Hasan'ı yazacak değiliz. Arif'i; onbeş yıllık Galatasaray neferini Galatasaraylılara anlatacak değiliz. Bilmeyen ve merak eden varsa açar, "tarih"i okur. Futbolculuğu bir yana, Hasan'ın da nasıl "deli" bir Galatasaraylı olduğunu bilmeyen varsa tanık olduğumuz ve paylaştığımız "şaşırtıcı ve sevimli" bir anektodu da aktarırız bir başka zaman. (Dünyada Hakan Şükür'den sonra tanınan ikinci Türk futbolcusu olması da bir yana.) Ama... Biz yine Hagi'yi yazacağız. Çünkü bu olayda yazılacak tek bir şey varsa; o da Hagi'nin, o gün gök gürültüsü gibi verdiği tepkidir. Evet. Şunu bilelim. O gün Hagi, kameraların önünde geldiğinden beri ilk defa "Türkçe" haykırarak tepkisini ortaya koymasaydı, bu olaydan kimsenin haberi olmayacaktı. O "beş-on" kişinin sesi zorlukla duyulmuştu zaten. Hatta, kapalının "Arif Erdem" tezahüratının nedenini bile bilmeyecek, merak da etmeyecektik. Ama Hagi bilinmesini istedi. O da farkındaydı "numaralı" dan gelen "ucube" tezahüratın gerçek taraftarın sesi olmadığını. Ama benzer "ucube"liklerin daha önce gazete köşelerinde de sergilendiğinin farkındaydı. Hagi'nin "asker arkadaşları"nı kolladığını, böylece Galatasaray'a zarar verdiğini yazan mürekkepler kurumamıştı ki! O gün yüksek sesle haykırdı Hagi. Ne tribünlerde ne de gazete köşelerinde, bir tek kişi bile o "asker arkadaşları"na söz söyleyemeyecekti bundan böyle. Bir tek kişi bile! Bu kadar! Onun arkadaşları oldukları için değil; Galatasaray'ın kazanılmış "ebedi zaferleri"nin askerleri oldukları için! Bu kadar!..
Bülent, Arif ve Hakan Ünsal "akıl ve yürek dışı" bir operasyonla kadrodışı bırakıldıklarında Hagi, Romanya'daydı. Bir Türk gazeteciye şöyle dedi o günlerde: "Onlar büyük Galatasaray'ın tarihidir. Ancak kendileri istediği zaman Galatasaray'dan ayrılırlar" Geldiğinde ilk işi, bu üç ismi kadroya almak oldu. Tersini yapsa tutarsızlık olurdu. Bazen ilk onbirde, bazen sonradan yer verdi. (Akıllarını "akçe"yle bozmuş birilerinin sandığı gibi, "Onlar da prim alsın" filan diye değil bambaşka bir nedenle) Sadece bu "üçlü" de değil, öteki "asker arkadaşları" da görev verildiğinde görevlerini "pekala" yerine getirdiler. Ergün ve Hakan Ünsal yeniden doğdu. Şimdi 100. Yıl takımında hepsi var. Ve... Yaşanan "100 Yıl"ın kazanılmış en büyük zaferinin henüz "mazi" olmadığını anlatıyorlar işte dosta-düşmana. "Dünle yaşanılmaz" söylemininin safsata olması bir yana, o "zafer"in henüz "dün" olmadığını hatırlatıyorlar herkese. (Bu arada, daha önce de defalarca söylediğimiz gibi, "Futbolda dün yoktur" diyenlerin hepsi saçmalamaktadır. Çünkü futbol; dünden, maziden ve tarihten başka bir şey değildir aslında. Yarın ne olacağını kim bilebilir? Bütün kulüpler ve bütün taraftarlar mazilerindeki başarı ve zaferleriyle "var" olurlar ve o zaferlerle övünürler, öyle değil mi? O ayrı konu, geçelim!) Dönelim o güne: Eğer Hakan Ünsal sakat olmasaydı, geçen Cumartesi günü o da İstanbulspor maçının kadrosunda olacaktı, hiç şüpheniz olmasın. Ve takımın yarıdan fazlası (Hakan Şükür, Hakan Ünsal, Hasan Şaş, Ergün, Arif, Bülent) UEFA zaferinin kahramanlarından oluşacaktı o gün! Hem de 100. Yıl'da şampiyonluğun ve kupanın en büyük adayı olarak! (İddiayla söylüyoruz ki, bu altılının en az yarısı Milli Takım'da olsa, Türkiye 2006'yı da çoktan garantilemiş olurdu. Hâlâ ve eskisi gibi iyi oynuyorlar çünkü) Hagi'nin başarısının en büyük sırrı da belki yenilerle birlikte yarattığı bu sentezdi. Türkiye liglerinde, gençlere önem verip geleceği şimdiden kuran tek teknik direktör Hagi'ydi. Ve Türkiye liglerinde "kadir-kıymet" bilen tek teknik direktör de Hagi'ydi. (Basitti nedeni. Galatasaray'ı seviyordu işte hepsi bu!) Ama. Asıl önemli olan şuydu: Başkaları; kimlikleri buraya ait olmayan, "eloğlu"nun "bugün var-yarın yok" transfer hovardalıklarıyla "paralı" şampiyonluklara ulaşmaya çalışırken... Hagi , "Sahici Galatasaraylılar"ın elinde şampiyonluk kupasının havaya kalkmasını istiyordu. Yüz Yıl'ın "muzaffer takımı"nın; 100. Yıl'a da imzasını atmasını istiyordu. O güne kadar ve ondan sonra da "o" Galatasaraylılar'a bir tek kişinin bile kötü söz söylemesine tahammül edemiyordu. (Etmeyecekti de!) Cumartesi günkü isyanı bundandı. İşte biz de Hagi gibi, Türkçe sesleniyoruz buradan herkes anlasın diye: "Ne var bunda? Ne var?"
Biliyoruz ki hafta sonunda, Ali Sami Yen'de başta ultrAslan, Galatasaray'ın "gerçek" taraftarları; Arif, Hasan Şaş ve elbette Hagi'yi selamlayıp kucaklayacaklar. Yerlisi, yabancısı; bu ülkedeki başka hiçbir hocanın, çocuklarını korumak için böylesine haykırmayacağını hatta umursamayacağını bilerek. Bugüne kadar "I love you Hagi-Seni seviyorum!" denirdi ya. Yani herkes kendi adına terennüm ederdi sevgisini. Aslında o sevgilerin, tıpkı Hagi'nin "anlattığı gibi" dayanışma ruhunda birleşme zamanıdır şimdi. Ben kendi adıma öyle söyleyeceğim: "We love you Hagi. Seni seviyoruz Ciga!"
|