|
|
|
|
|
|
'Asker daha demokrat'
Fethullah Gülen'e büyük ilgi duyulduğu bir dönemde Silahlı Kuvvetler 28 Şubat sürecini başlattı. Birinci hedef Refahyol Hükümeti'ydi... Hocaefendi, Erbakan'ın yanlış yaptığını, askerin haklı olduğunu söylüyordu. Acaba bu tavır onu 28 Şubat'tan koruyabilecek miydi?.
Yazı dizimizin dünkü bölümünde Fethullah Gülen'in hikayesini 1995 yılına kadar getirdik. Bu tarih önemliydi çünkü 1995 Gülen'in kendini kamuoyuna açtığı yıl olmuştu. Sanki birinci viteste giden bir otomobilin, aniden beşinci vitese geçmesi gibiydi. Artık Hocaefendi diye anılmaya başlanan Gülen, açılıştan ödül törenine, basın toplantısından siyasilerle görüşmeye, neredeyse her gün bir etkinliğe katılıyordu. Gündemi belirleyen isimlerden biri olmuştu. Hem Hocaefendi'nin bu yeni çizgisi günbegün, adım adım medyaya yansıdığı için... Hem de bunlar son 9-10 yılın epey bilinen olayları olduğu için çabucak geçtik. Ancak 1995'te başlayıp 1999'a dek süren bu dönemin ne kadar hızlı, ne kadar baş döndürücü olduğunu göstermek için Hocaefendi'nin yaptıklarının bir dökümünü sizlere sunduk. Bugün de, yine yandaki bölümde, 1998 ve 1999'da yaptıklarını okuyabilirsiniz.
ARANAN KİŞİ BULUNDU O halde şimdi hikayemizin akışını değiştirelim ve soralım: Fethullah Gülen'e gösterilen bu ilginin nedeni neydi? Nasıl oldu da bir din adamı gündemi belirleyecek hale geldi? Gücü nereden geliyordu? Niye cemaatten olmayan kişiler de Hocaefendi'ye yakın olmaya çalışıyor, onunla aynı fotoğraf karesinde görünmeye çalışıyordu? Önce Gülen'in 1990'lara nasıl girdiğine bakalım... İzmir'deyken Fethullah Gülen kendisine geniş bir çevre edinmişti. Fikirleri, telkinleri, tavsiyeleri büyük ilgi görüyordu. Hem de Ege gibi dini hassasiyeti, örneğin Orta Anadolu'ya kıyasla fazla olmayan bir bölgede! Ancak bir hareketin böylesine genişlemesi o haliyle mümkün değildi. 1980'lerde Fethullah Hoca İstanbul'a geldi. İstanbul demek aynı zamanda dünyayla bağlantılı, bir kısmı küreselleşmiş sermaye demek. Hocaefendi'nin çevresine bu dönemde yeni halkalar eklenmişti. Bunların en önemlisi dindar işadamlarıydı: Atılımcı, rekabetçi, yeni yatırım alanları arayan, 'bir gözü parada, bir kulağı Hoca'da olan bir grup. İşte hareketin böylesine büyümesi bu tip bağlantılar sayesinde oldu. Kurt siyasetçilerle aşık atacak düzeyde siyasi bir zekaya sahip olan Hocaefendi, Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkıldığını gördüğü anda Sovyetler Birliği'nin dağılmakta olduğunu anlamıştı. Bu sayede cemaatini öncelikle Orta Asya'da okullar açılması için yönlendirebildi.
TEBLİĞ YERİNE TEMSİL Gülen, Nur kökenli olduğu için eğitimin önemini biliyordu. Bir şeyin daha farkındaydı: Sadece cemaat değil, Türkiye'deki muhafazakar kesimler de eğitime ihtiyacı duyuyordu. Önemli bir nokta daha... Klasik Nur hareketi 'yazıyı' ön plana çıkarıyordu: Risaleler okunacak, tartışılacak; cemaate 'tebliğ' yoluyla yeni insanlar katılacaktı. Yani 'hizmet' dönüp dolaşıp kitapta düğümleniyordu. Halbuki 1980'lerde Türkiye 'imaj çağı'na girmişti. Görsel olan yazılı olanı bastırıyordu. Beden dili, kelimelerden daha etkili oluyordu. Hocaefendi 'tebliğ'in yerine 'temsil'i koydu. Yani: Bir fikri 'anlatma', bizzat yaşayarak 'göster'. (Bu çok önemli noktaya yine döneceğiz.) Fethullah Gülen'in kavradığı bir şey daha vardı: Milliyetçilik. Toplumun büyük kesimi kendini sadece Müslüman ya da sadece Türk olarak tanımlamıyordu. Bu iki değeri aynı anda içinde barındırıyordu. Dolayısıyla bir zamanların 'Türk-İslam sentezi' ideolojisini yeniden yorumladı. Bu yüzden de İran ve Suudi Arabistan tarzı Müslümanlığa karşı, deyim yerindeyse 'Türk Müslümanlığı'nı öne sürdü. Hocaefendi'nin getirdiği yenilikler kabaca böyleydi. Peki ya diğer kesimler onda ne buldu? Bunu anlamak için 1990'ların ruh haline kabaca bakmak gerekiyor. Bu yıllara Erbakan liderliğindeki Refah Partisi damgasını vurdu. Milli Görüş çizgisi uzun süre kavgacı bir politika izledi. "Ya bizdensin, ya onlardan" anlayışı hakimdi. Dini değer ve semboller siyaset arenasına sürüldü. Milliyetçilik ikinci plana atıldı. Bu durum Allah'a inanan ama dinin bazı gereklerini yerine getirmeyen kentli kesimleri rahatsız ediyordu. 'Aydın bir din adamı' arayışı ortaya çıkmıştı. İşte Gülen'in karşıladığı taleplerden biri de buydu. Çünkü şimdiye kadar toplumun önüne çıkan 'hocalar' sadece Allah'tan, Kuran'dan söz ediyordu. Gülen'in terminolojisi ise farklıydı. Din bilgisine hakim olmakla kalmıyor Batılı düşünürlerden de 'alıntılar' yapabiliyordu. Gelin Gülen'in kâh överek, kâh yererek sözünü ettiği Batılı (ya da Batı'da önemsenen) fikir ve sanat insanlarına bir bakalım: Kant, Victor Hugo, Tolstoy, Puşkin, Dostoyevski, Rousseau, Schiller, Hegel, Dante, Picasso, Russel, Marx, Darwin, Shakespeare, Abraham Lincoln, Edison, Einstein, Feyerabend... Bu isimlerden bazısı 'entellerin' dahi duymadığı ya da sadece kulaktan dolma bilgiye sahip olduğu kişilerdi (Bilim felsefecisi Feyerabend gibi.) Eh, bir de buna 'hoşgörü ve diyalog' gibi, kulağa hoş gelen kavramları... Ya da samimiyetinin ifadesi olarak hislenip gözyaşı dökmesini... Yumuşak konuşma biçimini de eklediğinizde ortaya birçok kişinin sempati duyacağı bir figür çıkıyordu. Özetle Hocaefendi, Erbakan'dan ve 'Siyasal İslam'dan çekinen 'laik, çağdaş' kesimlere ilaç gibi gelmişti.
BATI'DAN KOPMAYALIM Fethullah Gülen sadece sembolik özellikleriyle değil, demeçleriyle de bu görüntüyü destekliyordu. Mesela şöyle diyordu: "Refah Partisi seçimi kazanabilir ama hükümet olması kolay değil. Hükümeti yönetmek, belediyeyi yönetmeye benzemez. Ayrıca RP hükümet olursa, Batı dünyası Türkiye'ye sırtını döner." Evet bu tip sözler hayli geniş bir kesimin hoşuna gidiyordu ama kendi dışında gelişen her türlü harekete kuşkuyla bakan devletin ve özellikle de ordunun fikirleri farklıydı. Fethullah Hoca, Milli Görüş çizgisi önünde bir baraj oluşturduğu ölçüde 'geçici olarak ittifak yapılacak' ya da en azından ses çıkarılmayacak, paldır küldür üstüne yürünmeyecek bir odaktı. Hoca yerli ve yabancı liderlerle, din adamlarıyla görüşürken... Medyada ön plana çıkmış şahsiyetlerle çeşitli platformlarda bir araya gelirken... Evet, bütün bunlar olurken 28 Şubat süreci 1997'de başlamıştı. Bu süreçte ordunun bir başka yüzü ortaya çıkmıştı: Sivilleri de harekete geçirme becerisi! Müthiş bir "halkla ilişkiler, propaganda, yalan haber, saptırılmış haber, ajitasyon, hatta sindirme" dönemi yaşanıyordu. Demokrasiye balans ayarı yapmak için Sincan'da tanklar yürütüldü... Demokrat, liberal ya da İkinci Cumhuriyetçi köşe yazarları işinden edildi... Beethoven'ın 9'uncu senfonisi 'Çağdaşlık Senfonisi' diye sunuldu... Zorunlu eğitim 8 yıla çıkarılarak imam hatiplilerin önü kesildi... Özetle 'irtica' bir numaralı düşman ilan edilmişti. Tabii bu soyut bir kavramdı. Onun içine sokulan somut hedefleri ise şöyle sıralamak mümkündü: Erbakan ve Refah Partisi... 'Yeşil sermaye'... Onlarla ittifak yapan Tansu Çiller... İslami medya... Olay Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in Başbakan Erbakan'a 'peze...k' demesine kadar varmıştı. Normal şartlar altında anında mahkemeye verilip cezalandırılması gereken Özbek, hemen korumaya alınmıştı. Mesela Cumhurbaşkanı Demirel, "O konuşmayı yaptıran nedenlere bakmak gerekir" diyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Hikmet Köksal da aynı fikirdeydi: "Hiç kimsenin ağzına fermuar çekecek değiliz."
VAMPİR EDEBİYATI Neticede, dizinin diğer bölümlerinde de anlattığımız olaylar oldu. Refahyol hükümeti gitti. Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın "kan içici vampirler" diye nitelediği RP kapatılmak üzere mahkemeye verildi. Ve neticede kapatıldı. Bütün bunlar olurken Fethullah Gülen anti-RP tavrını sürdürüyor, "askerlerin bazı kesimlerden daha demokrat" olduğunu söylüyordu. Peki bu ve benzeri değerlendirmeler Hocaefendi'yi koruyabilecek miydi? Mesela Papa ile görüşmesi, hoşgörü, barış, uzlaşma, diyalog mesajları vermesi onu 28 Şubat rüzgarından koruyabilecek miydi? Tek kelimeyle: Hayır! Dayanağını İslam'da bulan her hareketi en azından potansiyel bir tehlike olarak gören ordu, Hocaefendi'nin 'laik, çağdaş' denilen kesimlerle kurduğu bağı kesmeye kararlıydı.
EMRE AKÖZ- NEVZAT ATAL
|
|
|
|
|
|
|
|
|