| |
Bahçede hüzün
Camiler, okullar, Kur'an kursları ateşe veriliyor, misilleme olarak kiliseler kundaklanıyor, güvenlik güçleriyle teröristler otomatik silahlar ve el bombalarıyla çatışıyor, başbakanlığa giriş-çıkışlar yasaklanıyor, hava sahası kapatılıyor... Burası Hollanda. "Dünyanın en hoşgörülü ülkesi" olmakla övünen, "Çok kültürlü bahçe" diye tanımlanan Hollanda. Yabancı göçüne kapılarını ardına kadar açan, Amsterdam'da 200'ü aşkın milletten insanın yaşamasından gurur duyan, kimlik kartını yıllar önce kaldıran, dünyanın ilk "sosyal polis"ini kuran, bakanların işlerine bisikletle gidip geldikleri Hollanda. Kimlik ve din sorunlarını sonsuza kadar aştığına inanan bir ülke, nasıl dinler savaşının eşiğine geldi? Ünlü ressam Vincent Van Gogh'un bilmem kaçıncı kuşaktan yeğeni, yönetmen, aktör ve yazar Theo Van Gogh'un Müslümanlar'ı aşağıladığı gerekçesiyle Fas kökenli ama Hollanda doğumlu bir köktenci tarafından 2 Kasım'da vahşi şekilde öldürülmesini bu tehlikeli ortamın nedeni göstermek kolaycılık olur. Çünkü neden değil, sonuç bu cinayet. Diğer Avrupa ülkeleri gibi 1960-70'lerde yabancı işçi kabul etmeye başlayan Hollanda bir önemli sorunu ciddiye almadı... Gelen yabancıların eğitim düzeyi ve toplumla uyum yeteneği. Hollanda'ya akın edenlerin, özellikle Kuzey Afrikalılar'ın çoğunluğu okuma yazma bile bilmiyordu, geldikleri ülkenin dilini öğrenmeleri imkânsız denecek kadar güçtü. Hollanda herkese ana dilini, kültürünü ve dinini ifade özgürlüğü hakkı tanıyan yasalarına güvenerek, şans eşitliği sağlayarak bu sorunu aşabileceğine inandı. Ancak yabancı işçilerin yoksul ve pis banliyölerde cemaatler halinde yaşadığını, Hollanda'da doğan ikinci kuşağın da kent merkezlerine ulaşamadan aynı ortamda büyüdüğünü görmezlikten geldi. "Cihad"ı dünyaya yaymayı misyon edinmiş radikaller için bulunmaz bir ortam.
Model parçalandı mı? Bu tehlikeli gelişmeler hatırlatıldığında da yetkililer kökleşmiş (18'inci yüzyılda din savaşlarından kaçanlara kucak açmıştı) ve neredeyse kutsal "hoşgörü" kriterine güvendiler, "Mahkemelerin, tanrıyı eşeğe benzeten birini bile beraat ettirmesini" (1960'ların sonunda yazar Gerard Reve'in yargılandığı dava) örnek gösterdiler. Ama yarım yüzyıl boyunca bir milyona yakın yabancıyla iç içe değil, yan yana yaşadıklarını şimdi anlıyorlar. Bağırlarında köklerinden kopmuş, yaşadığı toplumla kaynaşamamış, düşkırıklığı öfkeye, öfkesi kine, kini hoşgörüsüzlüğe dönüşmüş bir buzdağı bulunduğunu dehşetle görüyorlar. Ve en az o kadar önemli bir gerçeğin daha şokunu yaşıyorlar: 2 yıl önce öldürülen yabancı düşmanı, ırkçı politikacı Pim Fortuyn'un ektiği tohumlar da filiz verdi. Bakın Theo Van Gogh'un annesi cenaze töreninde neler söyledi: "Theo çok sevilip sayılıyordu. Ama bir barbar 'Bu pis ve şişko domuz ölmeli' dedi. Bu barbar hayatımızın en değerli şeylerinden birini bizden aldı. Bu hafta hayatımın kinle dolmakta olduğunu hissettim. Daha önce hiç böyle bir duygu yaşamamıştım. Hiç kimsenin, hiçbir psikologun, sosyal danışmanın ya da politikacının bize nefret etmememiz, öbür yanağımızı da uzatmamız öğütlerinde bulunmasına artık izin vermeyelim." Kaygılıyız; yarının çok kültürlü Avrupa'sının laboratuvarı olan Hollanda'da sağduyu geri gelmezse, ucu bize de dokunabilir. Çünkü, Arşimed'in dediği gibi; "Dereye fırlatılan bir çakıl taşı, okyanusların seviyesini yükseltir..."
|