İzmir Namık Kemal Lisesi'nde okurken unutamadığım öğretmenlerden biri de Nuri Koldaş'tır. Edebiyat öğretmenimiz Koldaş Hoca, gerçi bir yıl okutmuştu beni ama, kişiliğinden çok, ders anlatma yöntemi kalmış aklımda...
Koldaş Hoca, yaşlıydı. Doğrusu da ders anlatmaz, hatta derste hiç konuşmazdı. Eski bir Beşiktaş futbolcusu olduğu söylenen biyoloji öğretmeni Hurşit Hoca da ders anlatmaz, kürsüde "resmen" uyurdu.
İkisini saygıyla yad ederken öte dünyalarında huzur içinde bulunmalarını dilerim.
Koldaş Hoca, evet ders anlatmazdı, gerçi edebiyatın neyi, nasıl anlatılacak? O yıllar Nihat Sami Banarlı'nın edebiyat kitabını okuyoruz. Koldaş Hoca, ya bu kitaptan ya kendisinin önerdiği bir yazardan bir parçayı bir ders önce ezberlemesi için ödev olarak verir, ertesi derste öğrenciden bunu okumasını isterdi.
Bana da ödev olarak Reşat Nuri'nin "Mehmetçik"i anlatan bir hikâyesinin girişi ile Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" şiirinin başlangıcından 5-6 mısrayı vermişti.
Hikâyeyi unutmuşum ama, kendi şiirlerimi dahi ezberleyemezken "Han Duvarları" şiirinin başlangıcı bugün bile aklımda:
"Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar."
Çamlıbel'in "Han Duvarları" şiirini, Niğde'nin Ulukışla ilçesinde bulunan ve Sadrazam Mehmet Paşa tarafından 16. yüzyılın başlarında yaptırdığı "Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı"ndan etkilenerek yazdığı bilinmektedir.
Şimdilerde bu kervansaray yıkılma tehlikesi altında imiş...
Kervansarayın içinde yer alan cami, hamam, fırın, ahır, dükkânlar ile konaklama odaları kar, yağmur ve rüzgâr gibi doğal olaylardan etkilenerek ve uzun süreden beri restore edilmemesi nedeniyle yıkılma tehlikesi içinde bulunuyormuş...
İnsan, durup düşünmeden soramıyor: Biz, nasıl bu hale geldik?
Bizi biz yapan tarihe saygımız ve sevgimiz yok, bu tarihi şiiriyle yaşatmaya çalışan şaire de...
Haydi geçmişi bir yana bırakalım, ya günümüzde olanlara ne demeli?
Öğretim üyelerinin sorunlarına ucundan olsa şöyle bir değinelim dedik, bir gayya kuyusuna düştük sanki... Öğretim üyeliğine hazırlanan öğrenci halinden memnun değil... Asistanı, yardımcı doçenti, doçenti ve profesörü de... Nasıl memnun olsunlar ki?
Maddi açıdan zaten çöküntü içinde yaşıyorlar, toplum olarak manen ne kadar ilgileniyoruz? Medyada bile bir profesör, ancak kendinden menkul ünüyle bir bayan "talk show"cunun iltifatına mazhar olunca haber olmuyor mu? Daha ötesini siz düşünün...
Tek gazetecilik ödülümü aldığım "Kapıkule'nin Vatansızları"nı yazarken bir olaya tanık olmuştum. Bulgaristan'dan dalgalar halinde göçün yaşadığı günlerde bir kadın şöyle demişti Edirne çadır kampında:
"Jivkov, evet bize çok zulmetti ama, eğitim ve sağlık sorunlarını da çözdü. Ben, geldiğime pişman oldum, dönüyorum." Ve kadın Bulgaristan'a dönmüştü.
Peki, biz nasıl çözeceğiz bu kafayla sorunlarımızı, eğitimi böylesine göz ardı etmekle?
Doğrusu bilemiyorum.