kapat
25.01.2002
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
banner
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 SPOR
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPÜS
 NET YORUM
 HYDEPARK
 İNANÇ
 ANKETLER
 ŞAMDAN
 GOOOOL
 DİYET
 TATLILAR
 SAMANYOLU
 CİNSELLİK
 TELE ŞAMDAN
 PAZAR SABAH
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 
Eleştirmek ne kadar kolay değil mi?

Terzi söküğünü dikemez, demiş eskiler.. Doğru.. Herkesi acımasızca eleştirenler de, bazan en basit şeyleri çözemez, düğüm olurlar.. Ne demiş George Bernard Shaw zaten..

"Yapan yapar, yapamayan eleştirmen olur!.."

Sevgili kardeşim, Atilla Dorsay "Sen sinema eleştirmenlerini çok eleştirirsin, ama bu gecemizde mutlaka ol" deyince, kalkıp Cemal Reşit Rey'e gittim.. Tam 34 yıl olmuş, sinema yazarları olarak yılın sinema ödüllerini vermeye başlayalı.. Ama bu 34 yılda, hangi mesafeyi aldıklarını doğrusu çok merak edilir.

Hadi, ödülü alacağı da, vereceği de sahneye getirip, ödülü bulamadıkları için dakikalarca bekletmelerine ve salondan gülüşmeler yükselmesine sebep olmalarına "Kaza" diyelim.. Ödül alana uzattıkları mikrofonu açmayı unutmaları da kaza..

Peki her ödülde ayni felaketi görüp, gece boyu önlem alamayışlarına ne demeli.

Şimdi adamın bir eline gelir gelmez el mikrofonunu tutturuyorsunuz.. Sonra öbür eline, her ödülde iki elle bile açılması zor şekilde yapıştırılmış zarfı veriyorsunuz, sonra bekliyorsunuz ki, tek elle o zarfı açsın ve içini okusun..

Zavallı o mikrofonu nereye koyacağını şaşırıyor..

Yahu dostlar, siz hiç ödül töreni izlemediniz mi?.

Ödül için bir ayrı kürsü yapılır. Bu kürsüde zaten yerleşik mikrofon vardır.

Ödülü verecek, zarfı açacak olan, eline ödülü alır, ayni kürsüye gelir, ödülü kenara koyar, boşalan elleri ile zarfı açar, okur. Zarfı kürsüye bırakır, ödülü alır, kazanana verir. Ödülü alan ayni kürsüye gelir, ödülü kürsüye koyar ve konuşur..

Bu kürsü, bir el mikrofonunun elden ele dolaşması karmaşasını önler, ellerin de boş kalmasını sağlar..

Ne kadar basit değil mi?.. Ama bu kadar basiti bir türlü yapamadılar o gece, eleştirmenler.. Filmlerde en ince ayrıntıları, "Şeytan da, mükemmellik de ayrıntıda gizlidir" diye hem de ne biçim eleştirenler..

Zuhal Olcay konseri kısa da olsa gereksizdi. Müzik isteniyorsa, beş aday müzik ara ara çalınırdı. Oscar'dan örnek almak ayıp değil dostlar..

Atilla Dorsay'ın zarftan çıkacak sonuçları bildiğini, Lale Mansur çok zarif bir şekilde ilan etti.

Taklit edersen, aynen edeceksin.. "Ben yaptım oldu" diye kötü taklit olmaz. Zarftan çıkacaksa kimse bilmemeli.. Kimse bilmezmiş gibi yapılıp, kimsenin kanmadığı aldatmacalara girişilmemeli.. Oscar bunu nasıl çözmüş.. Oyları, yeminli bir kurum sayıyor. Güvenlik elemanları nezaretinde geliyor, mühürlü zarflar salona.. Bizde bu işi noter yapamaz mı?.. 35 oy notere teslim edilemez mi?.. Noter mühürlü zarfları, o gece teslim edemez mi?.

Tören öncesi kuliste bir yığın adam "Ben sonuçları biliyorum" diye kasılıyordu. O zaman bu aldatmaca, gazetecilere, temel ilkesi "Doğruluk" olan mesleğe yakıştı mı?.

SİYAD Ödülleri, fevkalade iyi niyetli bir çalışma.. Ama sinema yazarları, cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşendiğini, her iyi niyetli filme, her iyi niyetli yönetmene durmadan yazdıkları için en iyi bilme durumundalar.

***
Ben o gece sunuculuğu yüklenen Atilla Dorsay'ı günlük kıyafetinde değil, smokinle görmek isterdim.. Herkese örnek olsun, mesajı versin diye..

Bu entel takıntıdan vazgeçmek gerek..

İnsanın önce kendi mesleğine saygısıdır, böyle ödül gecelerinde, yani mesleğin doruğa taşındığı organizasyonlarda kılık kıyafetine dikkat etmesi..

Ben sıradan seyirci koyu renk elbise ile gittim.. Türk sinemasına ve onun emekçilerine saygımdan. Onların bu "Büyük" gecesine verdiğim değerden..

Sahnede kırmızı kazakla ödül veren, zevksiz bir tişört ve cin pantalonla ödül alanlar vardı.

Mesleğine, meslekdaşlarına bu kadar saygısız, töreni yerinde ya da televizyonda izleyen insanlara da zerre değer vermeyen insanlarla ödül geceleri düzenlesen, ödüller versen, alsan ne olur?..

Ödüller konusunda da bir sorum var, eleştirmen dostlarıma..

Hemen bütün "Oyuncu" ödüllerini tiyatro kökenliler kazandı.. Bu Türk sinemasının "Oyuncu yetiştirememe" gibi bir utancının ifadesi mi, yoksa, Sinema Eleştirmenleri, Türk sinemasını hala aşağıladıkları için, sadece entel kesime hitap eden, bu çok sosyal içerikli, çok mesajlı ama az seyircili, zor anlatan, daha da zor anlaşılan filmlere bakıp, kendi aralarında "Ödülcülük" mü oynuyorlar?..

Bir Tavsiye

Bir oyun, iki anı!..
"Hala Bolu Bey miyim" diye boynuma sarıldı, Zafer Ergin, çok şirin bir anıyı, yılların gerisinden getirerek.. Enfes bir oyun seyretmiştik, Devletin Oda Tiyatrosunda (AKM) ve kulise geçmiştik, iki kişilik oyunun oyuncularını kutlamaya.. Zafer Ergin, erkeği oynuyordu..

Ankara'da Köroğlu adlı oyunun galasına gitmiştik, Holly ile.. Holly Türkçe bilmezdi, ama, Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların, yığınla bakanın katıldığı galalara gitmeye, hele onlarla sohbet etmeye bayılırdı.. Kendi ülkesinde, en fazla, o da kırk yılda bir valiyi uzaktan görünce heyecanlanan birine bu keyfi fazla görmemek gerek..

Köroğlu efsanesini, giderken yolda anlatmıştım, daha kolay izlesin diye oyunu..

Oyun bitiminde Holly'nin kahramanı Köroğlu değil, Bolu Beyi oldu. "Müthiş bir oyuncu bu Bolu Bey" diyordu.. Sondaki "i" takısını takamazdı, yarım Türkçesi..

Ne dendiğini anlamayan, sadece sahnedeki oyunculuğu izleyen birinin bu seçimi önemliydi. Bolu Beyi rolünde Zafer Ergin gerçekten unutulmaz bir oyun çıkarmıştı..

Zafer'le yakın dosttuk, çok karşılaştık.. Holly ve ben hep 'Bolu Bey' dedik, Zafer'e o günden sonra..

..Ve de anı, numara iki..

Kanlı Düğün müydü, yoksa Bernarda Alba'nın Evi mi?.. Konservatuardan o yıl mezun olmuş bir genç kız vardı, baş rollerden birinde.. O zamanlar konservatuardan mezun olanlar, oldukları yıl baş rollerde oynar, dillere de destan olurlardı.. Ne oldu, Konservatuar mı bozuldu, Devlet Tiyatroları mı?.. Medyanın da günahı var tabii.. Oyunu birlikte izlediğimiz Kenan Onuk, sordu bir ara.. "Hıncal Ağabey, Devlet Tiyatrosunda yaşı 40'tan küçük bir star tanıyor musun" diye.. Yok.. Yok ki, hatırlayayım.. Neyse.. O yeni mezun genç kız da, o gece sahne paylaştığı Devlet Tiyatrosu'nun en büyük kadın oyuncuları arasında ezilmiyor, onlar düzeyinde muhteşem bir oyun çıkarıyordu.. O zamanlar, Yankı dergisinde Tiyatro yazıları yazardım. Bu oyunu da yazdım.. Hem oyunu, hem de fiziği fevkalade hoşuma giden genç mezunu da göklere çıkararak.. M. Ali Ağabey (Kışlalı) yazıyı okuyunca "İlanı aşk etseydin, daha kolay olurdu" dedi.. "Demek belli oluyor" dedim, ben de gülerek..

O genç oyuncu, Sermin Hürmeriç'ti..

Kuliste, bu defa onu kucaklarken, Sermin'e, naklettim bu anıyı.. Ellerini yumruk yapıp başına vurdu, kahkaha ile gülerken "Ah ben nasıl anlamamışım" diye..

Bankta İki Kişi, Rus yazarı Alexandr Gelman'ın bir oyunu.. Parkta karşılaşan iki orta yaşlının diyaloglarından oluşuyor.. Bilirsiniz, tek, iki kişilik oyunlar bana biraz basar, ayıp değil ya.. Üstelik salonu da bir ısıtmışlar, hamam gibi.. İyice bassın diye.. Ama oyun öyle şirin, Zafer ile Sermin öyle olağanüstü oynuyorlar ki, sonuna dek, hem de ne zevkle, ne keyifle izledik..

Tiyatroyu, buram buram tiyatroyu, işte asıl bu Tiyatroyu hem de nasıl özlemişiz..

Murat Karasu, aslında zor oyunu ve iki zor oyuncuyu başarı ile yönetmiş.. Etem Özbora'nın park dekoru, hele o yerdeki, o kadınla o erkeği simgeleyen ve dekora hakim olan sararmış yapraklar sembolizmi müthiş.. Oylum Öktem'in kostümleri sadece Zafer'le Sermin'e değil, oyunun havasına da cuk oturmuş..

Bu oyun görülmeli.. Hele "Tiyatro"yu benim gibi özleyenler, hiç kaçırmamalı..

Teşekkür!..
Şehit Ahmet Akarcan sokağı kaldırımlarının, otopark olarak işgali, geçen haftaki yazımız üzerine sona erdirildi. Yumuşatılan kaldırım taşları, yeniden eski çıkılmaz haline getirildi. Oradaki bekçi kulübesi de kaldırılıp, kaldırım halka açıldı.

Ana şehir mi, Beşiktaş mı, artık hangi belediye bu işi bu kadar hızlı yaptıysa, ona teşekkür..

Bu arada.. Gördük, yazdık, düzelttiler tamam.. Peki görmediklerimiz.. Bunların günahı bizim yolumuzun üstünde olmaları mı?.

İkinci.. İstanbul'da binlerce gazeteci var. Onlar gözlerini kapayıp mı dolanırlar?. Hepsi gördüklerini yazsa, hepsi düzelecek demek..

Niye herkes kendi kapısını süpürmez ki, İstanbul tertemiz olsun..

Vay gammaz(!) vay!..
Buyrun bakalım.. Hüseyin (Sofra) Özer, beni Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone'a gammazlamış. Onunla da kalmamış.. Başbakan Tony Blair'e de, bilgi için ayni mektubu yollamış.. Geçtik mi, şimdi İngiliz dosyalarına..

Hani Londra'nın o yüz kızartıcı pisliğini, o dünyaca ünlü Covent Garden'ın nasıl çöplük, o Oxford Caddesi'nin nasıl küllüğe döndüğünü anlatmıştım ya.. Sen yeme içme, bu yazıyı İngilizce'ye çevir ve adamlara yolla..

"Bu yazı Türkiye'nin en çok okunan gazetelerinden biri Sabah'ta çıktı" diye..

"Ben Londra'yı savunmaya kalktım, ama inandırıcı olmadı.. Eğer siz yazarsanız olup biteni daha inandırıcı olabilir. Yoksa, anladığım kadarı ile bu herif (Öyle demiyor tabi.. "Mr. Uluç" diyor) bunları daha birkaç yazıda yeniden kaleme alacak" diyor..

Alacağım tabii.. Dünyanın en büyük çöplüğü olmaya aday Londra'yı daha çok yazacağım.. Bizimkilere kötü örnek, bizimkilere "Özür" olmasın diye..

SEVDİĞİM LAFLAR
Bir kadınının giyebileceği en güzel giysi, sevdiği erkeğin kollarıdır. Ben, öyle bir mutluluğa ulaşamayanlar için varım. Yves St. Laurent

TEBESSÜM
İki kılıbık barda sohbet ediyorlarmış..

"Karım aynı neden için 'National Geography' ve 'Playboy' dergilerinin ikisine birden abone olmama izin verdi!" demiş biri..

"Peki, neymiş bu neden?"

"İkisinde de hayatta ulaşamayacağım ve göremeyeceğim yerlerin fotoğrafları var!"



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır