kapat

23.02.2001
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Superkupon
Magazin
Sabah Künye
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Melodi
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2001
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.

M. NURİ YILMAZ


Avrupalılık kavramı üzerine

Avrupalılık kavramı Türk tarihinde Lale Devri'nden bu tarafa tartışılan bir konudur. Daha çok bu tartışma Batılılaşma başlığı altında yapıla gelmiştir. "Avrupalılık Kavramı" ile ilgili en basit sözlüklerde bile şu iki temel tanımı görmek mümkündür; Bunlardan birincisi Avrupa'dan, Avrupa'da bulunan ülkelerden birinin halkından olan tanımıdır ki, bu coğrafi bir tanımlamadır. İkincisi ise söz konusu coğrafyada gelişen düşünce, yaşayış ve davranış tarzlarını benimseme gibi kültürel bir tanımlamadır.

Avrupa ile ilgili geleneksel görüş Avrupa'yı geleneksel Yunan kültürüyle birleştirir. Oysa Avrupa'nın tarihi Hıristiyanlığın gelmesinden 5-6 bin yıl önce yakın doğuluların bitki ve hayvanları evcilleştirip Avrupa'ya göç etmesiyle başlamıştır. Avrupa kültürü içerisinde var olduğunu söylediğimiz yakın doğu kültürü de Hz. Adem ve daha sonraki peygamberlerin getirdiği dinlerden izler taşımaktadır.

Eski Yunan Kültürü denen şeyde tek bir halkın kültürü değil Kartaca, Etrüsk, Kelt, Hint, Avrupa, Mısır ve Fenike kültürlerinin birleşimidir. Ortada tek bir ırk ve kültür yoktur. Büyük İskender ve Hellenistik dönemi yaşayan bu kültür, Roma tarafından silah zoruyla ele geçirilmiştir.

Batılı olmak mücadelesi
Türk tarihi açısından meseleye baktığımızda Türk tarihi 1400 yıldır Batıya akmaktadır. Orta Asya'dan Viyana kapılarına kadar varan bu akın, orada durdu. Viyana'dan iki kez geri dönüldü. İkinci dönüşten sonra Türk'ün kaderi de döndü. İslam açısından meseleye bakıldığında İslam'ın Batı ile ilişkileri Peygamberimizle başlar. Peygamberimiz, Bizans imparatoru Heraklius'a elçi ve mektuplar göndererek İslam'la Batıyı tanıştırmak istemiştir. Bu durumda gerek Türk tarihi açısından, gerekse İslam tarihi açısından Avrupa ve bizler yeni ilişkiler içine giriyor değiliz. Avrupa coğrafyasında Osmanlı'nın idaresi altında Avrupa Hıristiyan alemiyle Osmanlı'nın engin hoşgörüsü çerçevesinde barış içerisinde yaşadığımız tarihen sabit bilinen bir husustur.

18. Yüzyıla girerken artık Batıya gidiş değil, çekiliş dönemi başlamıştır. İşte bu dönem, Türk insanını Batıya, başka anlamda gitmek zorunda bırakmıştır. Yukarıda bahsettiğim Türkün kaderinin dönüşü budur. Bu kader, Batıyı incelemek, oradan bir şeyler getirmek ve değişmek fikrini ortaya çıkarmıştır.

Batının gücüne erişmek için Batı gibi olmak gerekiyordu. Çünkü biz, zayıflamıştık, batı ise güçlenmişti. Bu durum; Batı nasıl böyle güçlendi? Batıda ne vardı? Bizim neyimiz eksikti, ne yapılmalıydı. Batı gibi olmanın içeriği ve sınırları ne olmalıydı? sorularını gündeme getirdi. Başlangıçta şaşkınlık içersinde el yordamıyla, siyasi durumların da zorlamasıyla, tahminlerle, ümitlerle türlü değişim girişimleri yapıldı. Lale Devri'yle başlayan bu girişimler III. Selim, II. Mahmut, Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerindeki yenilik, ıslahat ve inkılap hareketleriyle sürdürüldü. Fakat bu uğraşlar siyasi ve ekonomik çözülmeyi durduramadı. Birbiri ardına gelen Balkan harpleri ve 1. Dünya savaşı Osmanlı imparatorluğunun çöküşü sonucunu doğurdu. Çöküşün kaçınılmaz göründüğü kritik safhada, Türk tarihi karakteristik değişmezliğini göstererek bir imparatorluğun yerine, zinde Türkiye Cumhuriyetini kurdu. 200 yıldır süren değişme ihtiyacı yine ortadaydı.

Kültürler etkileşim içinde
Bu tarihi tespitlerden sonra bugüne döndüğümüzde görünen odur ki, dünyada yaşayan farklı medeniyetlerin sınırları, belirli ve sabit bir tarihleri yoktur. Kültürel alışkanlık sonucu farklı kültürler arasında karmaşık etkileşimler her zaman olagelmiştir. Bugün bir anlamda dünya tarihi kültürel homojenleşmeye doğru değil, tam tersine farklılaşma, incelme, karmaşıklaşma yönelimine doğru gitmektedir. Geçmişet bu eğilimi sınırlayan en güçlü kültürel kuvvet devletler olmuştur. Her bir devlet dünyadaki farklı kültürler arasındaki diyalogu zayıflatacak tarzda farklılaşmayı beslemiş içe kapalılık eğilimi göstermiştir. Bugün iktisadi alanda olduğu gibi ve büyük bir oranda iktisadi akımların bir sonucu olarak kültürel akışkanlık ve iletişim de artmaktadır. Avrupa Kültürü, Rönesans döneminde İslam Kültüründe ki birçok hususun tesirinde kalmıştır. Avrupa'da Müslüman kimliğe sahip yaşayan nüfus tüm Avrupa'nın ikinci büyük nüfusudur ve bu iki kimlik zaten iç içe yaşamaktadır. Sonuç olarak bir hususu daha söylemek istiyorum ki; İslam alemi içerisinde Türkiye'deki İslami yaşayış, Müslümanlığın Avrupalı yüzüdür. Başından beri ifade ettiğimiz gibi dünyada bugünkü gelinen nokta tek kimlikli bir yapılaşma değil, tüm kimliklerin Avrupa'nın ve dünyanın zenginliği olarak görülmesi ve kimliklerin kendilerini rahatlıkla ifade etmesidir. Dolayısıyla İslami kimliğimizin Avrupalılıkta engel teşkil etmemesi gerekir.

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır