kapat

19.02.2001
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Superkupon
Magazin
Sabah Künye
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Melodi
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2001
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
banner
HAŞMET BABAOĞLU(hbabaoglu@sabah.com.tr )


"Vat iz matriks?"

Tepebaşı'ndan aşağıya bakıyor Tatü...

Bakışından aşağısı Kasımpaşa!

(Bana kalırsa İstanbul'un en güzel manzarasıdır; ama millet Boğaz'a bakmaktan Haliç'e bakmayı akıl edememekte, bu yüzden İstanbul'u görememektedir...)

Tatü'nün "kafası iyi," hafiften uçuyor...

Ama bu "kanatları" onu alıp Haliç'in karşı kıyısına; sözgelimi Eyüpsultan'a götürebilecek kadar güçlü değil elbette!

Dönüp kendini caddenin ortasına atıyor Tatü.

Beyoğlu'nun façalı torbacısı Tatü, ezildi ezilecek...

Kollarını kaldırıp soruyor: "Ne ulan bu? Yanılsama değil mi?" Sonra bağırıyor:

"Vat iz matriks, lan bu?"

Hani şu gençlerin çok sevdiği filme gönderme yapıyor; "Matrix" filmine.

Her şeyin içinden çıktığı ama bir türlü zihinlerimizin işin içinden çıkamadığı şey var ya, filmdeki adı matrix olan... Onu soruyor Tatü.

İçinde kendimizi kaybettiğimiz, birbirimizi yediğimiz... Bu hayat denen labirent, nedir bu? Yanılsama mı?..

"Komser Şekspir" filmi işte böyle açılıyor.

***

Baştan söyleyeyim; bir film eleştirisine sıvanmış filan değilim. Ama Sinan Çetin'in yeni filmi "Komser Şekspir"den söz edeceğim.

İstiklâl Karakolu'nda Başkomser hastaneye yatırılınca idare Komser Cemil'in (Kadir İnanır) eline geçiyor. Babası da (Gazanfer Özcan) emekli polis olan Cemil, üstlerine saygılı, astlarına öfkeli bir ağabey..

Film modern bir masal belki ve karakol biraz fazla "dekor" fakat bildiğimiz karakol yine de! Boşları götürmeye gelen garson da, sokaktan toplanmış tinerci de; herkes dayaktan nasibini alıyor. Yanlış yapana acınmıyor orada, ancak karakolun en büyük korkusu da kendisinin "yanlış" yapması!..

Derken tiyatro aşkına ifrit olduğu kızının lösemi olduğunu öğreniyor Komser Cemil...

Kızı (Pelin Batu) okuldaki "Pamuk Prenses" oyunundaki Prenses rolünden çıkartılıyor.

Okul da bildiğimiz okul!..
Öğretmenler öğrencilerinin ve velilerin rekabetçi çekişmelerine yakayı çoktan kaptırmışlar.

Küçük çocukların güzel yüzlerini anne babalarının hırsları karartıyor...

Yalnız...

Hayat neyse ne de! Ölümün şakası yok...

Komser Cemil kızının gönlü olsun, bir parça yüzü gülsün diye karakolu tiyatro stüdyosuna çeviriyor: Pamuk Prenses oynanacak. Gerekirse gözaltındaki herkes oyuncu olarak piyese katılacak! Kendisinin eski küçük yıldız "Hayaticik" olduğunu iddia eden (Okan Bayülgen canlandırıyor) Tatü de oyunu sahneye koyacak. Bu kadar!

Ve işte ondan sonra her şey değişiyor...

Karakol tiyatro olup çıkıyor.

Karokoldaki "ayna" hayatı göstermeye başlıyor.

Herkes birbirindeki "insan"ı keşfediyor...

Neden?
Çünkü ölüm kapıyı çalmış.

Çünkü en yakınımızı, çok sevdiğimizi alıp götürmek üzere...

Ne bürokrasi, ne kurallar, ne önyargılar, ne devletlu düşünceler, ne korkular, kuşkular...

Hepsini pes ettiriyor ölüm...

Ben de bu masal filmden çıkınca, içimden söylendim:

"Nedir matriks ha! Yoksa ölüm mü?"

Sonra kızdım kendi kendime.

Çünkü başkalarının ölümleri ölüm olmaktan çıktı artık! Onları hiç umursamıyoruz. Sadece bizim ölülerimiz. Sadece sevdiklerimizin başına gelince titreyip kendimize geliyoruz... O bile her zaman değil!

Peki, neden?
Neden hayatımızın bir karakola dönüştüğünü farkedemiyoruz?

Bunu farketmek için ölümün sevdiklerimizin kapısını tek tek çalması mı gerekiyor? Vah ki vah...

Masalda Prens öpünce Pamuk Prenses uyanır. Ama hayatta uyanmıyorsa eğer...

İşte bu olmaz!

"Vat iz matriks, lan bu?"
Üniversite öğrencileri ve tarih

Geçen gün bizim gazetede vardı: Büyük tarihçi Prof. Halil İnalcık Türkiye'deki Osmanlı Arşivi'nin hâlâ doğru düzgün araştırmacılara açılmayışından yakınıyordu. Prof. İlber Ortaylı da "doğru düzgün bir tasnif bile yapamayışımızın utanç verici" olduğunu vurguluyor ve "umarım torunlarımız tarih bilincine ulaşır" diyordu.

Yine kaşlarımı çatmış, içi sıkılmış halde kendimi bu haberi okurken bulmuştum ki, gözüm masamdaki dergilere takıldı.

Aralarından Toplumsal Tarih Dergisi'nin Aralık sayısını çektim. Derginin düzenlediği "Üniversite Öğrencileri Tarih Yarışması"nın sonuçlarının açıklandığı sayfayı açtım.

Müthiş konularda cesur araştırmalar yapmıştı üniversite öğrencileri. Üstelik birçoğu tarih bölümü öğrencisi değildi; kimisi uluslararası ilişkilerde, kimisi sosyolojide okuyordu.

Bilmeyen bilmez, bu ülkede araştırma yapmak zordur. Ama yılmamıştı gençler; kimisi enine boyuna "1957 Fethiye Depremi"ni araştırmıştı; kimisi "16. yüzyılda zengin bir Üsküdarlı" üzerine derinlemesine eğilmişti. Üç öğrenci biraraya gelmiş, bir Osmanlı feministinin dünyasına girmişti; bir başka öğrenci "Sipahi beylerinin soy kütüğünü" incelemişti...

İçim açıldı...

Herşeye karşın, umutsuzluğa gerek yoktu, anlayacağınız.

AYNA
Halk bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir.

A. H. TANPINAR

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır