kapat

CUMARTESİ EKİ
25.11.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
Sabah Künye
Ata Yatirim
Sofra
Cumartesi Eki
Pazar Eki
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

YeniBinyil
Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Telsim
İnsanın tüm suretleri içimizde var
Türkiye'nin genç kuşak yazarlarından Leyla İpekçi, ismi kadar çarpıcı son romanı 'İlk Kötülük' ile üçlemesini tamamladı. İpekçi ile iyilik ve kötülüğü, masumiyetle suçluluk duygusunu konuştuk

Kimi zaman duvarlarında tek çivi dahi olmayan bomboş bir odada veya ıssız bir yolda gözetlendiğimiz hissine kapılırız. Bazen durduk yere özürler dileriz veya hiç gereği yokken taksi şoförüyle kıyasıya kavga ederiz. Somut sebebi olmayan bu ruh hallerini anlatan binlerce örnek verilebilir belki. Tuhaftır; her birinin altından suçluluk duygusu çıkar...

"Maya", "Sinan'ın Mayası" ve "Şölen Sofrası" kitaplarının yazarı Leyla İpekçi, yeni romanı "İlk Kötülük" ile tam da bu sorunu sorguluyor: "Bu roman, suçluluk duygusuyla baş etmeye çalışan kahramanların romanıdır. Kimi zaman kendini affedebilen, kimi zaman cezalandıran kahramanların yer yer kesişen hikayesidir..."

YOLLAR KESİŞİYOR
İlk kitabında aile sevgisinden mahrum kalmış, sevilme telaşı yaşayan, babasını öldürmüş Maya'yı, ikinci kitabında ise anne sevgisinden bunalmış ve şiddetini kendine yönlendirmiş Sinan'ı anlatan İpekçi, son romanında iki kahramanının yollarını kesiştiriyor.

"Kimdir bu kahramanlar, onları aynı romana taşıyan nedir?" diye sorunca "Okurun anladığıdır. Çünkü her okur biriciktir ve herkes kendi romanını yazar" diye cevaplıyor İpekçi: "Maya, Sinan ve diğer dört kahramanımı buluşturan şüphesiz ki suçluluk duygusuydu. Ama her birininki çok farklıydı. Kimi bununla daha çok yüzleşmiş, kimi henüz fark etmemişti. Kimi yol katetti, kimi 'kayıp' bir hayata devam etti. Ben de bu kişilerin hayatlarına bir bakmak, oradan bir kesit sunmak istedim."

Kahramanların içini kasıp kavuran 'ilk suç'larına (ilk 'kötülük'!) baktığımızda son derece masumane davranışlarla karşılaşabiliyoruz. Bunu şöyle açıklıyor yazar: "Her ikisini birbirinden soyutlamamız mümkün değil. Kahramanlardan biri masumiyetiyle yüzleştiğinde suçluluk duygusunu kabul ediyor.

Çünkü hayatta ne tam kötü, ne de iyi var. Nietzsche'nin de dediği gibi, 'Kötüyle iyi arasında bir derece farkı var, kategori değil.' Kimi zaman en masum olduğumuz noktaya baktığımızda suçumuzu görürüz..."

Kitabı Adem Havva'ya atfetmişsiniz... Suçluluk duygusunu onlardan mı vasiyet aldık?

Nereden bakıldığına bağlı. Başka bir kitapta bambaşka bir şey söylenebilir. Yasak meyvayı yediklerinden cennetten kovuldular. Ama onlar suç işlemeden önce de suçluluk duygusuna sahipti. Bu hepimiz için geçerli. Bir yandan da kutsal kitapta, insanın yargıcının öncelikle kendisinin olması, Tanrı'nın yaratıcı olmasına rağmen bunu insana bırakması bana çok çarpıcı geldiği için kitabı onlara atfettim.

Bu kitap kahramanlarda olduğu gibi okur için de bir yüzleşme, kendini sorgulama olabilir mi?

Ya da yüzleşmeme... Öykünün sonu yok, çünkü o kahramanlar için her şeyi söyledim. Şüphesiz söylemediklerim de var çünkü roman biraz da her şeyin söylenmemesidir. Ucu açık cümleler vardır ve okur bunları kendi katılımıyla sonuçlandırır. Bu noktada roman, okurun kendisiyle yüzleşmesidir diyebilirim.

Kitapta suçluluk duygusunu psikolojik bir bakışla ele almışsınız. Peki, toplumsal anlamda bu tür gözlemleriniz var mı?

Çok fazla değil. Herkes üstünü kapatıyor. Zaten annenden babandan korktuğunu düşünerek yaşayamazsın. Öyle çok aşağılanarak, baskı altında yetiştiriliyoruz ki, sonuçta biz de her konuda karşımızdakini aşağılar hale geliyoruz. Ancak böyle var olabiliyoruz. Toplumun her katmanında bir fethetme, yağmalama hali var. Altını deşince ise, kendi fethedilmişliğimiz, ele geçirilmişliğimiz çıkıyor.

Disiplinli bir yazarım
Flaubert "Madame Bovary benim" der. Bu kitapta siz ne kadar varsınız?

Bu romanda hiç yok. Romanların otobiyografik olmasını çok kısır buluyorum. Her türlü şeyin içimizde varolduğunu kanısındayım. Erkek ya da katil değilim ama bunları yazıyorum. Çünkü insanın tüm suretleri içimizde var. Önemli olan ne kadarını ortaya çıkaracağımızdır. Bunun yolu da yalınlaşmaktan geçiyor. Gerçek hayatta her şeyi tekrar tekrar yaşıyoruz ama romanda fazlalıklar atılmak zorunda. Çünkü edebiyat bir biçim, estetik arar. Fazlalıklar ise marazidir. Bu noktada yazar, kendinden vazgeçmeli.

Yazmaya da bir çeşit meslek, iş gibi mi bakıyorsunuz?
Çok disiplinliyim. Karanlıkta uyanıyorum, henüz güneş doğmamış oluyor. Yani hüzünlendiğimde bir kadeh şarap alıp yazı yazıyorum diye bir şey söz konusu değil. Her gün yazıyorum demiyorum ama her gün edebiyat için çalışıyorum. Bugün tatil yapacağım diyerek de o gün tatil yapıyorum. Bu benim mesleğim. Türkiye'de böyle olmasa da bunu gerçekleştirmeye çalışıyorum.

Yeni bir kitap var mı?
Kafamda yeni bir tema var. Genelde önce temayı belirliyorum. Bu kez, 1789 Cumhuriyeti'nin üçüncü projesinden olan kardeşliği işlemek ve buna, küreselleşen dünyada Türkiye'den bakmak istiyorum.

Sevdiğiniz ya da etkilendiğiniiz yazarlar?
19. yüzyıl yazarlarını seviyor ve onlardan esinleniyorum. Vahşi kapitalizmle birlikte insanı çok gözardı etmeye başladık. Mesela yabancı edebiyat dergilerine bakıyorum, harika bir roman, müthiş bir öykü deniyor ama bunlarda insan yok. Çünkü öyle yaşamıyoruz. Bu anlamda Dosteyevski'nin yetkinliğine erişilemez. Tolstoy, Balzac... Ben biraz oralarda kaldım... Bu bir çemer meselesi, bir gün yeni Dosteyevskiler'in çıkacağı bir dönem gelecek.

BUKET AŞÇI


Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır