İletişim ve ulaşımdaki teknolojik aşamalar, Türkiye'nin de Ğuydurma imajlar gerisindeki- temel gerçeklerini su yüzüne çıkarmada...
Artık hepimiz biliyoruz ki, üstünde yaşadığımız Küçük Asya, sakıncalı 2 fay hattı üstündedir. Ve Küçük Asya'ya gelişimizden bu yana geçen 900 yıl sonunda nihayet bunun bilincine, 1 yıl önceki Gölcük depremiyle birlikte, varır gibi olmaya başladık...
Sorun, yapıların depremlere dayanıklı olacak bir özen ve sağlamlıkta yapılması..
Ancak İstanbul'un özelliğini oluşturan, Hazine arazilerinin gecekondu yağmasına açık tutulması politikalarıyla; yapsatçıların, eski gecekonduları çürük apartmanlara dönüştürürken vurmaya alıştıkları büyük avantalar; "depremlere dayanıklı yapılar" yapma zorunluluğuyla, şimdiye dek nasıl bağdaşamamışsa; bundan böyle İstanbul'u güçlü bir deprem faciasına karşı koruyabilme olanağı da, -şimdilik- o kadar çürük ve cılız...
Er geç İstanbul'u da 7 şiddetinde bir depremin vuracağını bilmeyen kalmadı... Çare?
12 milyonluk İstanbul, bile bile yine de böyle bir faciayı sonunda yaşayacakmış gibi görünüyor.
Çünkü oturduğu yapıyı depreme karşı sağlamlaştırmak için gerekli harcamaları yapabilecek güçte ekonomik olanaklara sahip olanlar az..
"Türk'e Türk propagandası" yapa yapa tüketilen 20. Yüzyıl da, ekonomik açıdan tam fiyaskoyla kapandı. Avrupa, adam başına düşen ulusal gelir biriminde 20-30 bin dolar arasını koşarken, Türkiye 3 bin doların bile altında kaldı.
1966'daki Varto depremini hatırlıyorum.
İlk kez Varto'da gördüm Türkiye'nin deprem karşısındaki durumunu..
Varto'ya vuran deprem 6.5 şiddetindeydi.
Varto'nun nüfusu 9 bindi.
Depremde ölenlerin sayısı 2.500'dü..
Yıkıntılar arasında, üstü kirli bir yorgan, yahut örtüyle örtülmüş yüzlerce ölü... Ölüleri yıkamak için kazanlarda ısıtılan sular... Ve kadınların göğüslerini döve döve yaktıkları ağıtlar...
TİP'in de ilçe başkanı olan, yiğit bir avukatın çadırına sığınmıştık.. Karşımdaki yıkıntının önünde yırtık kazaklı bir delikanlı, oturduğu yerde taş kesilmiş, öyle duruyordu. Önünde ölmüş eşinin yorganla örtülü cenazesi upuzun yatıyordu. Yorganın alt ucundan ölünün sarımtırak bir ayağı görünüyordu.. Bir yanda kara bir kazanda su ısıtılıyordu, bir yanda kadınlar ağıt yakıyorlardı.
Yiğit avukat dostuma sormuştuk: - Sizde de bir kayıp falan var mı, diye.. - Şükürler olsun bizde yok, demişti.
Yıllarca sonra öğrendik; meğer kendisinin 7 yaşındaki tek erkek evladı, deprem sırasında sinemadaymış ve yıkılan sinemanın içinde ölmüş. Cenazesi, bizim konuk edildiğimiz çadırın arka tarafında duruyormuş. Yiğit dostum, biz üzülmeyelim diye söylememiş, tek erkek evladını kaybettiğini ve cezanesinin çadırın arkasında olduğunu...
Yüzlerce yıldır bir türlü bitmeyen çağdışı acılar içinde yüzer bizim halk insanları... Bunların ortaya konmasından hiç mi hiç hoşlanmaz Ankara yönetimleri...
Gölcük depreminin 1. yıl dönümü..
18 bin ölü ve bini aşkın yıkılmış yapı..
Ateş düştüğü yeri yakar...
Ve nutuklar, nutuklar, nutuklar...