kapat

14.07.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
Superonline
Sabah Künye
Atayatirim
Sofra
iku
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
AHMET VARDAR'IN YAZI DİZİSİ-3
Sulukule'yi nizama soktu
Başkomiser Süleyman Ulusoy'un en önemli özelliği görev bölgesini 'hizaya' getirmesi. Yani halkın huzurunu bozan herkesin üzerine hiç çekinmeden gitmesi. Örneğin Sulukule'deki 'ev sahiplerini' uyarmış, "Bu pisliğe son vermezseniz, karışmam" demiş. Gerisini siz düşünün!

KONU açılmışken belirteyim: Hortum Süleyman'la ilgili tepkiler alıyorum. Bunların yüzde 60'ı müspet, yüzde 40'ı ise menfi... Bazı kurum ve kuruluşlar tarafından ayıplanıyor, bazı kimselerden ise, teşekkür mesajları geliyor. Görevimi dürüstlük ve tarafsızlık ilkelerine uyarak yaptığıma inanıyorum.

Şimdi yine gelelim Hortum Süleyman konusuna... Daha önce de belirttiğim gibi, Beyoğlu'nu dolaştığımda, türlü çeşitli insanlarla karşılaştım, onlarla konuştum, bilgi aldım. İzlenimleri de olduğu gibi yansıttım.

Bu yazıları okuyan bir arkadaşım dün beni aradı: "Yahu Ahmet, geçenlerde Sulukule'ye gittik, doğru dürüst bir ev bulamadık. Oranın sakinleri içeri kimseyi almıyorlar. Halbuki eskiden orası bir eğlence yeri idi... Kime sorsam 'Yok abi, işler eskisi gibi değil. Hortum Süleyman, Fatih'e geldi. Burayı da dolaştı, tembihatta bulundu. Onun için doğru dürüst çalışamıyoruz' cevabını aldım. Ama bir yolunu bulup evi açtırdığımda içerideki rezaleti görüp hayretler içinde kaldım. 12-13 yaşlarındaki kızlar, külotlarını çıkarıp, milletin kucağına oturuyor. Sazcılar zevk vermek şöyle dursun, başını ağrıtıyor."

Arkadışımın bu sözlerini dinleyince, Başkomiser Süleyman Ulusoy'un Fatih'te olduğunu bir kere daha anladım. Zaten onunla görüşme talebi bundan sonra aklıma geldi. Yedikule'deki Ekipler Amirliği binasını enine boyuna dolaşırken kendisine sorduğum sorulardan biri de, bu oldu: "Hortum Süleyman, Fatih'te de ün yapmışsın..."

Ben bunu söyleyince, "Ne yapalım ağabey, pasif hizmet bana göre değil. Sulukule'den şikayetleri alınca, orayı da nizam ve intizama soktuk" dedi.

Yedikule'deki Ekipler Amirliği binası, Başkomiser Süleyman Ulusoy geldikten sonra mezbelelikten kurtulmuş, pırıl pırıl bir hale gelmiş. Nezarethaneleri, tuvaletleri, sorgu odaları tam çağın gerektirdiği gibi... En ufak sorgularda dahi video çekimi yapılıyor. Şikayetçilere eskiden olduğu gibi, sabıkalı resimleri değil, video görüntüleri izlettirip, teşhis yaptırılıyor.

ÖĞRENCİLERLE SOHBET
Beyoğlu'ndaki ikinci akşamım da çok renkli geçti. İstiklal Caddesi'nde dolaşırken beş altı kişilik; kızlı erkekli bir grupla görüştüm. Kendilerine konuyu açtığımda ilk önce, "Bize ne" dediler. Daha sonra "Kendi başınıza bir şey geldiğinde; paranız, çantanız çalındığında ne yaparsınız" dediğimde, önce beni bir yerden tanır gibi olduklarını söyleyip, sonra hatırladılar ve "Tam adamına çattınız. Bizler Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileriyiz. Sor söyleyelim" cevabını verdiler. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

"Bir konuda canınız yansa, daha doğrusu bir tacize yahut haksızlığa uğrasanız gideceğiniz yer neresi olurdu?"

"Tabii ki polis..."

"Peki polis suçluyu yakaladı ama taciz eden veya parayı çalan yaptığını inkar ederse ne dersiniz?"

"Polis görevlisine ne gerekiyorsa yapmasını, gerekiyorsa kendi yöntemlerini uygulamasını söyleriz."

"Peki polisin kendine göre yöntemi mi var yani?"

"Evet polisin vardır ve o yöntemleri kullanarak suçluyu konuşturur."

"Yani özel yöntem deyince, dayağı mı kastediyorsunuz?"

"Yok canım dayak değil de, onların kendi yöntemleri vardır herhalde..."

"Pekiyi dayağa karşı mısınız?.."

Bunun üzerine hep bir ağızdan "Tabii ki dayağa karşıyız" cevabını verdiler. Ben sormaya devam ettim:

"O zaman keyfi olmamak şartıyla suçlu sıkıştırılırken birtakım baskılar yapılmalı mı, yapılmamalı mı?"

Bir duraklama... "Kem... Küm... Kem... Küm..." İmalı bakışlar ve kinayeli tebessümler.

Demek ki başa gelince insan egoizmi ön plana geçiyor. Ancak kendi meselesi hallolduktan sonra insancıl duygular akla gelmeye başlıyor. Gençlere, "Bunları yazacağım" dediğimde, "Tabii isimlerimizi de verebiliriz" diye memnuniyetlerini belirttiler: Fatoş Yüksel, Bülent Nayır, Eser Can, Şenay Olgun, Tuğba Kaya... Onlar bir iki yıl sonra hakimlik veya savcılık yapmak için kura çekecekler ve ülkenin dört bir yanına dağılacaklar.

6 YAŞINDAKİ BİLE TANIYOR
Beyoğlu'nda dolaşırken eskiden olduğu gibi dilenci, sakızcı ya da milleti rahatsız edecek seyyar satıcı görmedim. Yalnız Saray Pastanesi'nden çıkarken, yerde bir sepet açmış, içinde mendil paketleri bulunan, 6 yaşındaki bir sokak çocuğu dikkatimi çekti. Onunla konuşmak için eğildiğimde, o da cingöz bir hareketle yüzünü kapattı. Muhabir arkadaş flaşlarını kapattıktan sonra başını kaldırarak, "Televizyoncu musunuz? Kamera mı var mı" diye sordu. "Yok, yok... Ben bir gazeteciyim. Seni buraya kim koydu" dedim, anlattı:

"Ben Mardinliyim abi... Adım Recep. Okullar tatil, babam getirip, buraya koydu, mendil satıp, harçlık çıkarıyorum."

"Peki Hortum'u tanıyor musun"

"Kim tanımaz abi? Yoksa geri mi geliyor?"

Anlaşılan iki yıldan beri orada olmadığı halde, Hortum'un namı hâlâ yürüyor.

KÜFREDEN DE VAR
Eşcinseller ve trasseksüeller bir zamanlar Beyoğlu'nun baş ağrıtan elemanlarıydı. Onlar da Hortum Süleyman zamanında özel metotlarla oralardan kopmuş. Şu sıralar kalabalıkları, normal insanları rahatsız etmeyecek yerlerde toplanmışlar. Tabii ki onların da yaşamaya hakkı var. Belki bizce şanssız insanlar, belki kendilerince çok şanslı insanlar, istedikleri gibi yaşamaya hakları var. Ama bir tek şartla: Kimseyi rahatsız etmeden...

Çoğu Hortum Süleyman'dan şikayetçi değil... Bir kısmı ise, "Allah belasını versin, bize hayatı zindan etti," diyor. İki ayrı görüş sahibi olan gruplarla konuşup, görüşlerini aldığımda, durum böyle idi...

KAPANIŞ...
Bu yazıları yazarken Ziya Paşa'nın ünlü bir beyiti aklıma geldi:

"Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir

Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir"

Bu Ziya Paşa'nın terkib-i bendinden bir beyit... Daha evvel de söylediğim gibi, insanlar zaman zaman öyle bir hale geliyorlar ki, sinirlendikleri zaman geçici bir çılgınlık hali yaşıyor, hiç de doğru olmayan şeyler yapıyorlar. Anne ve baba dahi zaman zaman hayattaki en değerli varlığı olan çocuğuna fiske vurabiliyor.

Dayak; fen ilerledikçe, medeniyet zirveye çıktıkça, geri plana itiliyor. İtilmeye de mahkum zaten... Ben dahil hiçbirimizin dayaktan yana olduğumuz söylenemez. Ama bu insan tabiyatı... Birtakım kötü adetler, gelenekler zaman zaman nüksedebiliyor.

Biz belki de Hortum Süleyman namı ile ünlü Başkomiser Süleyman Ulusoy'u gündeme getirmekle çok iyi bir iş yaptık. Zaten bahse konu olaylar beş altı yıl öncesine ait. O olaylardan yola çıkılarak bir takım dersler alınmış, şimdi daha ileri metotlarla çalışmalar yapılıyor. Unutmayalım; 25 sene evvelki ünlü polis şefi Sadettin Tantan da, Hortum Süleyman gibi görevine düşkün, haksızlığa ve hatır gönüle karşı bir polis şefiydi. Şimdi ise İçişleri Bakanı...

Tepkilerin hepsine hak vermiyor değilim. Zaten iyiyi kötüyü ayırmak için eskiden de bir takım konuları böyle açık seçik halkın önüne serseydik, belki daha iyi bir yerde olabilirdik.

Manyetolu TELEFON
Size 40 yıl önceki bir konuşturma aletinden bahsetmek istiyorum. O zamanlar değil cep telefonu, çoğu devlet dairesinde normal telefon bile yoktu. Polisin bile telefonları manyetolu idi... Manyetolu telefon göbeğinde bir kolu çevirince ortaya çıkan elektrik akımı ile çalışırdı. O küçük kolu çevirerek, santralı bulup, görüşmek istediğiniz yeri bildirirdiniz, o da size bağlardı. Böylece telefon görüşmesi sağlanırdı. Benim gazeteciliğimin başlarında böyle telefonlarla iş yapardık. Önemli haberlerin yayınlandığı Ankara Büromuzdan aldığımız haberler gazetede, "Ankara telefonla" denerek lanse edilirdi. Manyetolu telefonu polis birimlerinde adam konuşturmak için de kullanırlardı. Adamın bazı hassas yerlerine telefonun elektrik veren kabloları bağlanırdı. Manyeto çevirildiğinde canı yanan zanlı da cereyana çarpıldım zannederek konuşurdu. Bu da ilkel bir usul ve şimdi yok ama o zamanlar işe yarıyordu...

İlk dayağı nasıl seyrettim?
GENÇ bir polis muhabiriyim. Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'nda görev yapıyoruz. Bütün polis birimleri orada: Hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet, ağır suç, ahlak zabıtası, pasaport... Gündüz 17:00'ye kadar normal mesai yapılırdı. Çünkü içeride halk olurdu. Saat 17:00'de paydos zili çalardı. Normal vatandaş binayı terk eder, yarım saat sonra ise, polisin diğer görevi, yani sorgulama işi başlardı.

Bir gün zil çaldıktan sonra, tam gitmeye hazırlanıyordum ki, o zamanın cinayet masası şefi, "Yaa Ahmet gitme, biraz daha kal" dedi. Aradan bir 15 dakika geçmişti ki, cinayet masası tahkikat şefinin odasından bir feryat sesi duydum. Kapı aralığından bakarken, "Gel içeri gel..." diye bir ses duydum.

Girdiğimde, o falaka denen nesneyi ilk kez görüp, şaşırmıştım. Ayakları kalın bir sırığa bağlanmış olan kişi, tabanlarına sopayı yedikçe bağırıyor, "Valla bir daha yapmayacağım" diyordu.

İçerideki olayı kanıksamış memurlar ise, rahatlıkla sorgu yapıyorlardı. "Söyle bakalım, sen mi yaptın", "Mahalleyi nasıl haraca kestin", "Adamı vurduğun tabanca nerede" diye soruyorlardı. Yerde ayakları bağlı yatan zanlı ise bülbül kesilmişti. Ama tecrübeli eski memurlardan biri, "Bak, doğru söyle... Şimdi dediğin yerde gidip, arama yapacağız. O silahı bulamazsak başladığımız yerden devam ederiz" şeklinde konuşuyor, zanlı ise, "Vallahi orada abi..." diyordu.

Sade cinayet masasında değil, hırsızlık, yankesicilik, kumar gibi birimlerin hemen hepsinde bu işlem yapılırdı. Ama bundan 40 yıl evveldi bunlar... Ne yapalım, biz de o devirden kalmayız. Anılarımızı anlatmamız demek, dayağı savunmak anlamına gelmez.

Gelelim muhabbetin devamına... Bu ilk falaka beni çok etkilemiş, üzmüştü. Gazeteye gittiğimde, istihbarat şefime, "Beni oradan al" demiştim. Ama görev bu ya, oradan alınmadığım gibi o havaya alışarak, kesintisiz 15 sene polis muhabirliği yaptım. Onlarla iyi ve kötü günlerimiz oldu. Bazen güldük, bazen ağladık.

Bir akşam o bahsettiğim, şu anda hayatta olmayan ağabeylerimle Kumkapı'da balık yiyorduk.

Ben konuyu açtım. "Ayıp değil mi, adamları niçin dövüyorsunuz? Bu sadizm değil de, nedir" dediğimde, rahmetli Şeref Ağabey, "Bak Ahmet aga (öyle konuşurdu), biz sadist değiliz. Normal tahkikatımızda eğer yüzde 99'a sonuç almışsak ve sadece silahı çıkartamamışsak o zaman bu usüle başvuruyoruz. Keyfimizden değil" dedi.

Düşünün, bu uygulama gücü bir de meraklısının eline düşerse, nasıl sonuçlar ortaya çıkarır! Onun için ben başından da karşıydım, sonunda da dayağa karşıyım...


Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır