kapat

10.06.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
Superonline
Sabah Künye
Atayatirim
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
NEBİL ÖZGENTÜRK(nebilo@sabah.com.tr )


Yirmi milyon ölü!

Bir hafta süren Moskova ve St. Petersburg yolculuğundan kimi ayrıntılar. Hitler ordularına karşı direnişte 26 milyon kayıp veren koca bir ülkenin "kayıp" tarihi.. Şaşkınlıklar ve alkışlar...

Moskova'dan döndüm! Yazıya başlamadan önce gazetelerde yayınlanan ne kadar Nazım yazısı varsa bir bir okudum.. Doğrusu "Rüzgara karşı yürüyen adam" müthiş bir rüzgar estirmiş ve Türkiye gündeminin orta yerine oturmuş..

Sevindim tabii..

Devlet temsilcisiyle, işadamıyla, yazarıyla, sanatçısıyla, seveniyle her kesimden kalabalık bir grubun, memleketlisi bir şairi, binlerce kilometre uzaktaki mezarı başında anmak (ve ilk kez böylesine görkemli) tabii ki haber ve yazı konusuydu..

Üzüldüm de..

İnce, naif, zarif ve objektif yazıların yanısıra, "Sevgi ve dostluk düşmanı" kimi kalemler de oturdukları yerden "rüzgar"ı kesmeye uğraşmışlar!

Kimileri, memlekete dair en güzel şiirleri yazan adamın, (binlerce kez yaptıkları gibi) hâlâ "memleket haini" olduğunu ileri sürerken!..

Yazma özürlü kimileri de "oturdukları yer"den ne demek istediklerini dahi anlatamadıkları gibi, deli saçması, inandırıcı olmayan ve komplekslerini açığa çıkaran yazılar karalamışlar..

Eyvallah!

Üzülmeme yol açanları "yalnızlar ve sevgisizler" dünyasına havale ediyorum!

***

Neyse, gelin biz bugün ayrıntılarda dolaşalım.. Bir hafta süresince sokaklarını arşınladığım Petersburg ve Moskova kentlerinden ardımızda kalanlara zoom yapalım.. Küçük notlar çıkararak şaşkınlığımızı ve alkışlarımızı aktaralım..

Şaşırdım!

İkinci Dünya Savaşı'nda Almanları durdurmak için 20 milyonu aşkın kayıp veren Sovyetler Birliği'ne, ne yazık ki Amerikalı ve Avrupalı tarihçiler, sinemacılar ve romancıların, hakettiği saygıyı göstermediği anlaşılıyor.. Tabii ki "soğuk savaş"ın da bunda büyük payı olduğunu (hatta Stalin politikasının) sanıyorum ama gözü dönmüş Hitler ordularına karşı inanılması zor bir direniş gösteren ve tabii ki savaşın bitmesine yol açan Sovyet insanının çabası hep gözardı edilmiş..

Eski adıyla Leningrad, şimdilerde St. Petersburg'da bir "Kuşatma Müzesi" var..

Düşünün ki, biz (üç beş arkadaş) otelimizin karşısında bulunan bu müzeyi "tesadüfen" görüyor ve geziyoruz!

Müzeye ilişkin ne bir tanıtım var ne de tavsiye!

Oysa, insana "insan" olduğunu utandıracak bir tarih sunuyor Kuşatma Müzesi..

Burada gösterilen "belgesel" filmler koca bir halkın sefaletini, acılarını, Almanların gaddarlığını ve büyük bir direnişi gösteriyor..

Tam 900 gün süren kuşatmayı sembolize eden "900 mum" yıllardır hiç sönmüyor..

Fotoğraflar, tankla, tüfekle, uçaklarla bir kentin ortasına ölüm yağdıran Almanları ve buna taşla, sopayla karşı durmaya çalışan çocukları, kadınları anlatıyor.. Ama "tarih" bunları kaydetmiyor, kuşaktan kuşağa aktarılamıyor!

Meraklısıyla başbaşa kalıyor Kuşatma Müzesi!

***

Hatırladım!

Moskova ve St.Petersburg'da savaş izlerini sürerken Sefer Amca'yı hatırladım..

Muhammedov Şaysalov olarak doğup büyüyen ve Sefer Aymergen olarak hayata Türkiye'de devam eden Kızıl Ordu subayı Sefer Amca'yı..

Beş altı yıl önce yine bu sütunlarda yazılarımı sürdürürken bana hayatını anlattığı bir kitap göndermiş ve tanışmak istediğini söylemişti..

Buluştuk birkaç gün sonra, konuşup dertleştik..

Savaş(lar) onu Türkiye'ye kadar sürüklemişti..

Birinci Savaş'ı da, Ekim Devrimi'ni de, İkinci Savaşı da görmüştü Sefer Aymergen..

"Tanga Mahkumları" adını verdiği kitapta her üç savaştan, yaşadıklarından, acılarından sözediyordu.. Leningrad'dan da..

Yani, Kuşatma Müzesinde seyrettiğim filmde görüp ağladıklarımdan da.. Hatta niye yalan söyleyim, üç beş saniye perdede kalan genç bir Rus subayını ona benzetmiştim. (Çünkü subay fotoğrafını da vermişti bana)

Sefer Aymergen, bir dolu maceradan sonra İtalyanlara esir düşmüş, savaş sonrası Türk hükümetiyle yapılan "müslüman esirlerin Türkiye'ye iadesi anlaşması" çerçevesinde 1949 yılında Kocaeli'ne yerleştirilmiş sonra da hayatını burada sürdürmüştü..

Anlatıyordu Sefer Aymergen..
"Leningrad'a yakın bir nehir kıyısında Almanları püskürte püskürte ilerliyorduk. Bir köyden geçerken evlerin birinden ağlayan bir bebeğin sesini duyduk. Pencereden baktık, odada iki kadın cesedi.. Bebekse, beşiğinde bir o yana bir bu yana sallanıyor bir yandan da ağlıyordu. Bizim bölükten Onbaşı Rasulov, bebeği kurtarmak için pencereden içeri süzüldü.. Odaya adımını atar atmaz müthiş bir gürültü koptu.. Almanlar pencerenin dibine mayın bırakmıştı.. Bebeği kurtarmak isteyenler olursa parçalanıp ölsünler diye tabii.. Öyle de olmuştu nitekim.. Rasulov da bebek de paramparça olmuştu.."

***

Alkışladım..
Kuzey'in Venedik'i olarak bilinen St. Petersburg'daki mimari çabayı.. İnci gibi dizilen binaları,(İkinci Savaş'ta yerle bir olmasına rağmen) yeniden inşa edilen yapıları oya gibi işleyenleri fazlasıyla alkışladım..

Hatta yolculuk arkadaşım sevgili Necati Doğru Ağabey'in hoş tanımlamasıyla ifade edecek olursak, "Kuzey'in beyaz gecelerini koynunda pek de güzel sakladığı" için St. Petersburglu'ları da alkışladım. Haziran ayı başlarında güneşin hemen hemen batmadığı bu kentte "beyaz geceler"e hakkını veren, stilleriyle, zarafetleriyle, pırıl pırıl bıraktıkları sokaklarıyla ve ite-uğursuza (Eğlenceden ulaşıma, otelcilikten alışveriş merkezlerine her alana el atan mafyaya, KGB artığı canavarlara, masumiyetle görgüsüzlük arasında sıkışıp kalanlara) rağmen göze batan tek bir "çıkıntı" yapmayan St. Petersburglu'ları..

Tabii ki Dostoyevski'yi de..
Moskova'da doğup büyümesine rağmen yazı alanı olarak kendine Petrograd'ı seçen (Kentin bir diğer adı da bu) ve seçmekle ne iyi ettiğini düşündüğüm, (çünkü Beyaz Geceler, İnsancıklar, Budala, Karamazof Kardeşler, Suç ve Ceza gibi insanlığa büyük armağan, insan olmayanlara büyük dersler veren kitapları burada yazdı, tüm kahramanlar bu bölgedendi..) Mihayloviç Dostoyevski'yi...

***

Şaşırdım ve alkışladım!
Moskova'da Nazım'ın yıllarca yaşadığı, son nefesini verdiği, vasiyetini, memleketini, karısı Vera'ya mektuplar yazdığı ve her kitap arasına Vera'ya armağanlar bıraktığı evini gördüm. Vera, her birimizi "yakın bir dost" gibi karşılayıp ağırladı, kendimizi evimizde hissettik, bıkıp usanmadan, Nazım'a ait yerli yerinde ne varsa tek tek anlattı, o da mutlu oldu, ayrılmamızı istemedi.. Alkışladım Vera'yı..

Ve şaşırdım birkaç dakika sonra..

Bize Nazım'ın daktilosunu gösterdi, İç kısmında bir not vardı daktilonun.. Şilili büyük yazar ve şair Pablo Neruda'nın adresinin yazılı olduğu notu.. Hikayesini anlattı, Nazım ölmeden bir gün önce Avrupa'daki bir dostundan almıştı adresi ve Şili'ye gitmeye karar vermişti Vera'yla birlikte. Ama ertesi sabah kapı önüne yığılıp kalmıştı Neruda'ya gidemeden..

İşte, Vera'ya (sadece adres yazan) bu küçük notu dahi 37 yıl boyunca titizlikle sakladığı için şaşırdım...

"Şaşkın"ların her yanımızı kuşattığı bu ölümlü dünyada "değerbilir" kalabildiği için!

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır