Önce cesedini buldular deniz kıyısında Ayhan'ın... Sonra ardında bıraktığı aşk mektubunu... "Seni ölecek kadar sevdim" diyordu. Ama Muhterem Gürcü, "Ona hiç umut vermedim ki" diye savundu kendisini...
TAKSİYİ durdurup fırladı aşağıya. Korkuluklara doğru koştu. Boğaz'ın soğuk rüzgarı yüzünü kamçılıyordu. Uçuşan paltosunun cebinden telefonunu çıkardı. Titreyen parmaklarıyla, gizlice ezberlediği numarayı çevirdi.
Çalıyordu... Bir, üç, beş... Sonunda açıldı telefon. Hayran olduğu ses, "Efendim" dedi, ürkekçe. O, bir an durdu, altında akıp giden denize baktı. Aklına, sesin sahibini ilk gördüğü an geldi... Güzel kadın, kapıdan içeri girdiğinde, işi gücü unutmuş onu seyre dalmıştı.
Sonra günler birbirini kovalamış, birlikte yoruldukları, birlikte kazandıkları iş sürüp giderken, genç adamın platonik aşkı alevlenip çığ gibi büyümüştü. Ama bir türlü açılamamıştı kadına. Doğru dürüst anlatamamıştı sevgisini... Konuşabilseydi, ah bir kez anlatabilseydi nasıl yanıp tutuştuğunu...
O sırada, telefonun diğer ucundaki kadın bir kez daha seslendi, "Kim arıyor?" Sıyrılıp çıktı hayallerinden, düşüncelerinden... Şimdi, defalarca tekrarladığı, nasıl söyleyeceğini kurguladığı "o cümleyi" söylemenin zamanı gelmişti. Hatta geçiyordu...
Kelimeleri, karmakarışık beyninde sıraya koydu ve konuştu: "Köprünün üzerindeyim, benim olmazsan intihar ederim." Kadın, belki yalan söylediğini düşündü, belki de, "Yapamaz" dedi kendi kendine. O yüzden "Hayır" oldu cevabı: "Hayır seninle birlikte olamam."
Ve telefon kapandı. Genç adamı hayata bağlayan hat kesiliverdi birdenbire. Bir süre kalakaldı öylece. Köprünün üzerinden arabalar geçiyor, içindekiler şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Sanki alay ediyorlardı, onunla içten içe... "İşe yaramadı, ikna edemedin sevdiğin kadını" diyorlardı acımasız gülüşleriyle...
O an, kendini yenilmiş hissetti genç adam. Başaramamıştı. Aşk oyununun masasına onurunu sürmüş ama yine de kaybetmişti. Umutsuzca, "Yarın ne yapacağım?" diye düşündü: "Eğer işe gidersem, beni görecek, blöf yaptığımı düşünecek."
Oysa o, "Ya reddedilirsem" diye sormuştu defalarca ve "Ölürüm" olmuştu kendine verdiği cevap. Ama, ölüm, kıyısında durduğun zaman zordu, korkutucuydu. Belki sadece bir adımdı atacağı, ama "gerçek" hayatta, yattığın yerde kurguladığın gibi kolay olmuyordu bu işi yapmak.
Şimdi iki ses vardı içinde konuşan. Biri, "Değmez" diyordu, "Aşk için ölmeye değmez. Önünde uzun bir yaşam var. Daha niceleriyle karşılaşırsın." Diğeri karşı çıkıyordu: "Bir erkek onuru için yaşar. Başın öne eğik olacaksa, hayatta kalmak neye yarar?"
İçindeki mücadele amansızdı. Ama dakikalar hızla akıp gidiyordu. Artık, trafik yavaşlamış, ona dönük bakışlar daha delici, daha yakıcı olmaya başlamıştı. Çok sürmezdi polislerin gelmesi, onu alıp götürmesi... Bir ekip otosuna bindirilir, herkesin "vah vah"ları arasında götürülürdü karakola.