kapat

CUMARTESİ 26 EYLÜL 1998

Nuriye Akman (e-posta:nakman@sabah.com.tr )

Mydonose'a maydanoz olmak

Biri saçını ısırıyordu konuşurken,

biri her anonstan sonra gözünü kırpıyordu.

Birinin on parmağında altı yüzük vardı

deli deli kulakları altı küpeliydi.

Kimi eşofman giyerdi,

kiminin minisi

kiminin sakalı

kiminin bıyığı

kimi nergis kokardı.

Stüdyo, mabedi gibiydi birinin

içeri kimseyi almıyordu.

Öteki, aksine içeri yalnız girmiyordu

gülümseme, birinin suratına oturmuş hiç kalkmıyordu.

Biri kollarını umarsızca savuruyor

her lafını ellerini kavuşturarak bitiriyordu.

Biri yayından, içerde maç varmış gibi çıkıyordu,

biri gecelerin yalnızlığına

çaldığı müziğe ayak temposu tutarak dayanıyordu.

Biri stüdyoda dansa vuruyordu kendini

kendi yayınında bu kadar eğlenen görülmemişti.

Kimi romantizmden müebbete çarptırmıştı kendini

karanlık stüdyoya giren şehir ışıklarından besleniyordu.

Volümü yükselttikçe, titreşimleri vücudunda hissediyordu.

Karşılarında mimiklerine mimik verecek insan yoktu

ama varmış gibiydi mimikleri

biraz kaçıktılar yani.

Biraz deliydiler

çok bir başlarına

ama çok da kalabalıktılar.

Biri yayın öncesi ağlarken

"şov"una kahkahayla başlıyordu.

Biri karnı ağrırken şakıyordu

onları ara sıra, sadece spikerler görüyordu.

Yani haber saatlerinde,

biri elindeki metni okurken koca masayı iki yandan

kocaman kollarıyla kucaklıyordu,

biri dizini sallıyordu heyecandan.

Hepsinin sesleri hayata akıyordu

yani üstünde ütü gezinen gömlek yakasına

direksiyonla onu tutan elin arasına

kaşığın çorbaya,

bıçağın bifteğe değdiği ana

bulaşıyordu.

Sular bedenden süzülürken

bir el havluya uzanırken

bir tablo duvara asılırken

kitaplar yazılır, defterler yırtılırken

yemeğin soğanı kavrulurken

her yere ve her şeye sızıyorlardı.

Ay çok heyecanlıydı

o an dişimi fırçaladığımı

ya da çok çaresiz kaldığımı

bebeğe mama hazırladığımı

nereden biliyorlardı?

Sesleri,

zamanları ve mekanları mayalıyordu

ama

zamanlarını ve mekanlarını mayaladıkları insanlar

onları tanımıyordu.

Çünkü onlar gizeme inanıyordu

saçları sır, gözleri sır,

yürüyüşleri, giysileri sırdı

herkes, seslerine farklı bir kimlik sarıyordu.

Ne kadar dinleyici varsa

o kadar sunucu portresi vardı.

Onlar kendi seslerinden

kendilerini çoğaltıyorlardı.

O sesler ki başka insanların

hayal güçlerine kapılar açıyordu

ve onlar kendi açtıkları kapılardan

hayalet gibi akıyorlardı.

Aynı anda

hem sarışın hem esmer olmak

hem genç hem orta yaşlı olmak

hem gözlüklü hem gözlüksüz olmak

hem incidişli hem dişlek olmak

hem öğrenci hem öğretmen olmak

hem uzun hem kısa olmak

ne hoştu

durmadan çoğalmak

ne hoştu.

Birinin mesela

yıllar sonra karşılaştığı okul arkadaşı

ona ondan bahsetmişti.

Onun o olduğunu bilmeden

ah nasıl hayrandı o DJ'ye.

İşte bu yüzden

şu hayatta zevkle yapılabilecek tek iş DJ'likti.

Merak edilmek ne güzeldi

Şırnak'ta bir taburun

onu dinlediğini bilmek ne güzeldi.

İçlerinden bir asker Ankara'ya geldiğinde

elinde hediyesi onunla görüşmek istemişti

ama "gizemi koru" kuralını bozamazdı:

Askere yüzünü gösterememişti.

İşine saygı duymak ne güzeldi

çalışma saatlerine göre

kimi Türkiye'yi uyandırdığı için

kimi güzel uykulara hazırladığı için

kimi günortası hüzünleri neşeye çevirdiği için

mikrofonlarına aşıktı.

Konuşmanın şefkati de şehveti de

oradan akıyordu.

Kadın sesi erkeğe

erkek sesi kadına güzeldi tabii

ama kadın dinleyici kadın DJ'i

erkek dinleyici erkek DJ'i

daha çok beğeniyorsa

bu daha iyiydi

"cinsiyet faktörsüz" beğenilmek

daha büyük beceriydi.

Bir defasında canlı yayına

ikinci defa girmek isteyen

bir bayan dinleyiciyi

yayına almadı bir bay DJ.

Kadın kızgınlığını belirtmek için

dedi ki öfkeyle adama:

"Seni bir daha dinlemeyeceğim işte"

adamın işine geldi:

"Çok güzel! Dinlemeni istemiyorum bir daha."

Yayın biter bitmez telefon çaldı

kadın ağlıyordu:

"Lütfen beni affet ve seni

bundan sonra dinleme izin ver" diyordu.

Ve tabii "safi şefkat öyküler" de

yaşanmıyor değildi.

Mesela ölmek üzere olan babası için

bir şarkı dinlemek istiyordu bir kız.

DJ'ine söylüyordu

"Babam duymayacak şarkıyı

çünkü haftalardır komada

ama bu şarkıyı çok sever

ben kulağımla dinlersem

belki o da ruhuyla dinler"

diyordu.

DJ diyordu ki kıza,

"Haydi gülümse

sen gülümsersen belki o da gülümser."

Sonra başka biri arıyordu DJ'ini

herkesin kendi DJ'i vardı

dinleyiciyi diyordu ki,

"Annem babam ayrılıyor, üzgünüm."

DJ diyordu ki,

"Söyle senin için ne yapabilirim?"

Canım hep böyle acıklı olmaz

her gün yeni bir şarkıyla

yeni bir şarkıcıyla tanışmak

onları milyonlara tanıtmak

diye bir neşesi de var işin

önemli olan şu ki

konuşmaya başladıklarında

dünyada tek bir insan

radyonun düğmesine uzanıp

onların sesini büyütürse

duyulmaktan dinlenmeye

geçmiş demektiler

böylece enerjilerini

artı eksi sonsuza kitlediler.

Radyocuydular ya

artık normal radyo dinleyemez olmuşlardı.

anonslarda çok hata buluyorlardı.

Bir parçanın sözleri başlamış da

DJ hâlâ konuşuyorsa çıldırıyorlardı.

Hangisiyle konuşsam

laf dönüp dolaşıp

"hayal edilme"nin nimetlerine geliyordu.

Biri, "Bana beni fakslayın" demişti dinleyicilere

bilsinlerdi bakalım ne renkti saçları

gözleri çekik mi badem miydi

boyu uzun mu kısa mıydı?

Gelen faksların hiçbiri onu bilemedi

olsun, zaten bu meslekte hayaller

gerçeklerden daha kıymetliydi.

Öyleyse radyo yaşamı

topluma nasıl ayna tutuyordu.

Yani radyonun penceresinden

Türkler nasıl insanlardı?

Başlıyoruz:

İktidarı paylaşmak isteyenler, yani

"hangi parçaların çalınacağına ben karar vereyim"ciler.

Hesap sorucular, yani "istediğim parçayı niye çalmadın"cılar

ya da mesela "sen Ricky Martin hakkında nasıl kötü konuşursun"cular.

Bebek adamlar, bebek kadınlar, yani

"çok yalnızım, sesini duymak istedim" diye

DJ'lere telefon açanlar.

Mütemadiyen parça isteyenler, yani

adlarını radyodan duyunca kendilerini önemli hissedenler.

Karşılıksız faksçılar yani DJ'ine sanal aşkla bağlanıp

ona her saat başı bir faks çekenler:

Günaydın faksı, nasılsın faksı, işe gidiyorum faksı, işten dönüyorum faksı, tatildeyim faksı, tatilden döndüm faksı

ve bu aşkın bitiş faksı:

"Artık bu ilişkiye bir nokta koyuyorum

birbirimizi biraz özleyelim diyorum."

Oysa ne görüşülmüştür, ne konuşulmuştur.

Ya işte böyle

aşkın böylesi de vardır.

Ve profesyonel arayıcılar

yani bütün radyoları bir bir arayanlar

maksat muhabbet olsun

İngilizce parça adını

yazdığı kağıttan

doğu aksanıyla okusun

varsın olsun.

Sense hem seçkin olacaksın

hem halk dilini kaçırmayacaksın

ee daha başka

nasıl gösteriyor toplumu

radyo ayna?

Türk insanı çok çılgın ama duygular

inanılmazca bastırılmış

Türk insanı asla yanaşmaz dediğimiz her şeyi yapıyor.

Mesela bir anonsla

Ankara'yı konvoy halinde dolaşıyor

gece yarısı arabalar

basılıyor kornalar

trafik kitleniyor.

Ay çok eğlenceli

ama bilmem ki bir daha

gerçekleşir mi?

Eh biraz da DJ'ine bağlı

"DJ gururuyla" diyor ki

"Madem biz onlar için bir şeyler yapıyoruz

dinleyiciler de benim için birşeyler yapmalı

yani beni TV'ye, ya da başka bir radyoya tercih ediyorsa

mesela bir zahmet, bir şarkıyı tersinden söylesinler."

Eee ne de olsa bu DJ'ler

sesin gücünü bilirler

yani hangi etkiyi

hangi tonlamayla verecekler.

Şimdi bunlar, kendi seslerinin iktidarında

derler ki "3 saat içinde 106 kişinin adını fakslayın bize."

Türk halkı bu, üşenmez, başlar 106 isim aramaya

sonra bir de teşekkür eder DJ'ine,

"Kaç zamandır görüşmediğim arkadaşlarımı buldum sayende."

Ha bir de "yarışma severler" kategorisi var

"Şekerim CD ödülü veriyoruz, kazanıyor ama gelip almıyor

ne kazanmak üzere radyoyu aradığını bilmiyor

şimdi ben ne kazandım diye soruyor.

telefonu düşünmeden çeviriyor

niçin aradığını bilmiyor

numara verdiniz aradım diyor

ya da başka bir radyoyu dinleyip

Mydonose'u arıyor".

Aman efendim bitmez bu radyo öyküleri

bir keresinde de şöyle oldu:

"Rüstem amcan arıyor dediler. Allah Allah benim öyle bir amcam yok ki. Telefondaki ses, hemen 'kızım evladım nasılsın?' diye lafa girdi.

Kendini bildi bileli Türk Sanat Müziği dinlermiş. Tesadüfen radyoda benim sesime denk gelmiş. 'Naciye Teyze'nle artık her sabah seni dinliyoruz' dedi. 60'ından sonra yabancı müzik yayını yapan bir istasyonu tercih etmesine sebep olmam çok ilginçti. Hem beni kızları gibi seviyorlarmış."

Bir öykü daha alayım lütfen,

"Bir keresinde de istek anonsu yapıyordum. 'Hadi şimdi nerede olursanız olun, evde okulda, işyerinde ya da yolda hemen şimdi beni arayın' dediğimde bir lise öğrencisi sosyoloji dersinden aradı. Hem derste walkman dinliyor, hem de cep telefonu var. Onu canlı bağlantıya aldım. O sessiz konuşuyor öğretmeni duymasın diye. Ben de kendimi olaya kaptırmış onun gibi fısıldıyorum. 'Neee? ne dedin?' şeklinde. Birden 'Hoca bana doğru geliyor' deyince, 'Kaç seni görmesin' dedim ama nafile! Öğretmen kendisine 'Çık sınıftan dışarı' derken o hâlâ daha 'Hocam DJ'ime bir günaydın deyin, hocam o burada' diye ne kadar çırpınsa da tabii ben de mikrofondan 'Hocam bu defalık affedin' dedimse de olmadı."

Şimdi ben dikkat ettiyseniz

kim kimdir isim vermiyorum.

Hangi gözlem kime aittir söylemiyorum

ipucu yok,

hangisi mimar, hangisi veteriner

hangisi evli, hangisi bekar

hangi üniversitenin öğrencisiler

öğlenleri fast food mu yerler

daha önce nerelerdeydiler.

İlk yayınlarında sandalyeden mi düştüler

mikrofonları mı kırdılar

istek telefonu diye

yanlışlıkla kendi ev

telefonlarını mı verdiler

Onları ifşa etmiyorsam

gizeme saygımdandır.

Fotoğraflarını mecburen veriyorum

ama hangisi hangisidir belirtmiyorum.

İşte isimleri

Selim Karakaya, Dinç Tuncel, Alper Kesim, Cengiz Ünsal, Yonca Baygın, Petek Berker, Elvan Palaşoğlu, Burcu Şenyapılı, Deniz Devrim yılmaz, Dinç Tuncel, Dinçer şen, Didem İnay, Banu Tarancı, Rıza Karağaçlı.

Düşünsenize onları sadece seslerinden tanıyan

binlerce insan var bu dünyada

uydu bağlantısı malum, öyle ya.

Ay ne hoş

görülmeden sevilmek.

Ay ne güzel

yaşlandıkları fark edilmeyecek

çünkü radyoculuk artık

geçici değil, kalıcı meslek.

Ay ne hoştu radyocuları tanımak

Mydonose'a maydonoz olmak.


© COPYRIGHT 1998 MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. (Her hakkı saklıdır)
Yorum ve önerileriniz için: editor@sabah.com.tr