CUMARTESİ 26 EYLÜL 1998
Biri saçını ısırıyordu konuşurken,
biri her anonstan sonra gözünü kırpıyordu.
Birinin on parmağında altı yüzük vardı
deli deli kulakları altı küpeliydi.
Kimi eşofman giyerdi,
kiminin minisi
kiminin sakalı
kiminin bıyığı
kimi nergis kokardı.
Stüdyo, mabedi gibiydi birinin
içeri kimseyi almıyordu.
Öteki, aksine içeri yalnız girmiyordu
gülümseme, birinin suratına oturmuş hiç kalkmıyordu.
Biri kollarını umarsızca savuruyor
her lafını ellerini kavuşturarak bitiriyordu.
Biri yayından, içerde maç varmış gibi çıkıyordu,
biri gecelerin yalnızlığına
çaldığı müziğe ayak temposu tutarak dayanıyordu.
Biri stüdyoda dansa vuruyordu kendini
kendi yayınında bu kadar eğlenen görülmemişti.
Kimi romantizmden müebbete çarptırmıştı kendini
karanlık stüdyoya giren şehir ışıklarından besleniyordu.
Volümü yükselttikçe, titreşimleri vücudunda hissediyordu.
Karşılarında mimiklerine mimik verecek insan yoktu
ama varmış gibiydi mimikleri
biraz kaçıktılar yani.
Biraz deliydiler
çok bir başlarına
ama çok da kalabalıktılar.
Biri yayın öncesi ağlarken
"şov"una kahkahayla başlıyordu.
Biri karnı ağrırken şakıyordu
onları ara sıra, sadece spikerler görüyordu.
Yani haber saatlerinde,
biri elindeki metni okurken koca masayı iki yandan
kocaman kollarıyla kucaklıyordu,
biri dizini sallıyordu heyecandan.
Hepsinin sesleri hayata akıyordu
yani üstünde ütü gezinen gömlek yakasına
direksiyonla onu tutan elin arasına
kaşığın çorbaya,
bıçağın bifteğe değdiği ana
bulaşıyordu.
Sular bedenden süzülürken
bir el havluya uzanırken
bir tablo duvara asılırken
kitaplar yazılır, defterler yırtılırken
yemeğin soğanı kavrulurken
her yere ve her şeye sızıyorlardı.
Ay çok heyecanlıydı
o an dişimi fırçaladığımı
ya da çok çaresiz kaldığımı
bebeğe mama hazırladığımı
nereden biliyorlardı?
Sesleri,
zamanları ve mekanları mayalıyordu
ama
zamanlarını ve mekanlarını mayaladıkları insanlar
onları tanımıyordu.
Çünkü onlar gizeme inanıyordu
saçları sır, gözleri sır,
yürüyüşleri, giysileri sırdı
herkes, seslerine farklı bir kimlik sarıyordu.
Ne kadar dinleyici varsa
o kadar sunucu portresi vardı.
Onlar kendi seslerinden
kendilerini çoğaltıyorlardı.
O sesler ki başka insanların
hayal güçlerine kapılar açıyordu
ve onlar kendi açtıkları kapılardan
hayalet gibi akıyorlardı.
Aynı anda
hem sarışın hem esmer olmak
hem genç hem orta yaşlı olmak
hem gözlüklü hem gözlüksüz olmak
hem incidişli hem dişlek olmak
hem öğrenci hem öğretmen olmak
hem uzun hem kısa olmak
ne hoştu
durmadan çoğalmak
ne hoştu.
Birinin mesela
yıllar sonra karşılaştığı okul arkadaşı
ona ondan bahsetmişti.
Onun o olduğunu bilmeden
ah nasıl hayrandı o DJ'ye.
İşte bu yüzden
şu hayatta zevkle yapılabilecek tek iş DJ'likti.
Merak edilmek ne güzeldi
Şırnak'ta bir taburun
onu dinlediğini bilmek ne güzeldi.
İçlerinden bir asker Ankara'ya geldiğinde
elinde hediyesi onunla görüşmek istemişti
ama "gizemi koru" kuralını bozamazdı:
Askere yüzünü gösterememişti.
İşine saygı duymak ne güzeldi
çalışma saatlerine göre
kimi Türkiye'yi uyandırdığı için
kimi güzel uykulara hazırladığı için
kimi günortası hüzünleri neşeye çevirdiği için
mikrofonlarına aşıktı.
Konuşmanın şefkati de şehveti de
oradan akıyordu.
Kadın sesi erkeğe
erkek sesi kadına güzeldi tabii
ama kadın dinleyici kadın DJ'i
erkek dinleyici erkek DJ'i
daha çok beğeniyorsa
bu daha iyiydi
"cinsiyet faktörsüz" beğenilmek
daha büyük beceriydi.
Bir defasında canlı yayına
ikinci defa girmek isteyen
bir bayan dinleyiciyi
yayına almadı bir bay DJ.
Kadın kızgınlığını belirtmek için
dedi ki öfkeyle adama:
"Seni bir daha dinlemeyeceğim işte"
adamın işine geldi:
"Çok güzel! Dinlemeni istemiyorum bir daha."
Yayın biter bitmez telefon çaldı
kadın ağlıyordu:
"Lütfen beni affet ve seni
bundan sonra dinleme izin ver" diyordu.
Ve tabii "safi şefkat öyküler" de
yaşanmıyor değildi.
Mesela ölmek üzere olan babası için
bir şarkı dinlemek istiyordu bir kız.
DJ'ine söylüyordu
"Babam duymayacak şarkıyı
çünkü haftalardır komada
ama bu şarkıyı çok sever
ben kulağımla dinlersem
belki o da ruhuyla dinler"
diyordu.
DJ diyordu ki kıza,
"Haydi gülümse
sen gülümsersen belki o da gülümser."
Sonra başka biri arıyordu DJ'ini
herkesin kendi DJ'i vardı
dinleyiciyi diyordu ki,
"Annem babam ayrılıyor, üzgünüm."
DJ diyordu ki,
"Söyle senin için ne yapabilirim?"
Canım hep böyle acıklı olmaz
her gün yeni bir şarkıyla
yeni bir şarkıcıyla tanışmak
onları milyonlara tanıtmak
diye bir neşesi de var işin
önemli olan şu ki
konuşmaya başladıklarında
dünyada tek bir insan
radyonun düğmesine uzanıp
onların sesini büyütürse
duyulmaktan dinlenmeye
geçmiş demektiler
böylece enerjilerini
artı eksi sonsuza kitlediler.
Radyocuydular ya
artık normal radyo dinleyemez olmuşlardı.
anonslarda çok hata buluyorlardı.
Bir parçanın sözleri başlamış da
DJ hâlâ konuşuyorsa çıldırıyorlardı.
Hangisiyle konuşsam
laf dönüp dolaşıp
"hayal edilme"nin nimetlerine geliyordu.
Biri, "Bana beni fakslayın" demişti dinleyicilere
bilsinlerdi bakalım ne renkti saçları
gözleri çekik mi badem miydi
boyu uzun mu kısa mıydı?
Gelen faksların hiçbiri onu bilemedi
olsun, zaten bu meslekte hayaller
gerçeklerden daha kıymetliydi.
Öyleyse radyo yaşamı
topluma nasıl ayna tutuyordu.
Yani radyonun penceresinden
Türkler nasıl insanlardı?
Başlıyoruz:
İktidarı paylaşmak isteyenler, yani
"hangi parçaların çalınacağına ben karar vereyim"ciler.
Hesap sorucular, yani "istediğim parçayı niye çalmadın"cılar
ya da mesela "sen Ricky Martin hakkında nasıl kötü konuşursun"cular.
Bebek adamlar, bebek kadınlar, yani
"çok yalnızım, sesini duymak istedim" diye
DJ'lere telefon açanlar.
Mütemadiyen parça isteyenler, yani
adlarını radyodan duyunca kendilerini önemli hissedenler.
Karşılıksız faksçılar yani DJ'ine sanal aşkla bağlanıp
ona her saat başı bir faks çekenler:
Günaydın faksı, nasılsın faksı, işe gidiyorum faksı, işten dönüyorum faksı, tatildeyim faksı, tatilden döndüm faksı
ve bu aşkın bitiş faksı:
"Artık bu ilişkiye bir nokta koyuyorum
birbirimizi biraz özleyelim diyorum."
Oysa ne görüşülmüştür, ne konuşulmuştur.
Ya işte böyle
aşkın böylesi de vardır.
Ve profesyonel arayıcılar
yani bütün radyoları bir bir arayanlar
maksat muhabbet olsun
İngilizce parça adını
yazdığı kağıttan
doğu aksanıyla okusun
varsın olsun.
Sense hem seçkin olacaksın
hem halk dilini kaçırmayacaksın
ee daha başka
nasıl gösteriyor toplumu
radyo ayna?
Türk insanı çok çılgın ama duygular
inanılmazca bastırılmış
Türk insanı asla yanaşmaz dediğimiz her şeyi yapıyor.
Mesela bir anonsla
Ankara'yı konvoy halinde dolaşıyor
gece yarısı arabalar
basılıyor kornalar
trafik kitleniyor.
Ay çok eğlenceli
ama bilmem ki bir daha
gerçekleşir mi?
Eh biraz da DJ'ine bağlı
"DJ gururuyla" diyor ki
"Madem biz onlar için bir şeyler yapıyoruz
dinleyiciler de benim için birşeyler yapmalı
yani beni TV'ye, ya da başka bir radyoya tercih ediyorsa
mesela bir zahmet, bir şarkıyı tersinden söylesinler."
Eee ne de olsa bu DJ'ler
sesin gücünü bilirler
yani hangi etkiyi
hangi tonlamayla verecekler.
Şimdi bunlar, kendi seslerinin iktidarında
derler ki "3 saat içinde 106 kişinin adını fakslayın bize."
Türk halkı bu, üşenmez, başlar 106 isim aramaya
sonra bir de teşekkür eder DJ'ine,
"Kaç zamandır görüşmediğim arkadaşlarımı buldum sayende."
Ha bir de "yarışma severler" kategorisi var
"Şekerim CD ödülü veriyoruz, kazanıyor ama gelip almıyor
ne kazanmak üzere radyoyu aradığını bilmiyor
şimdi ben ne kazandım diye soruyor.
telefonu düşünmeden çeviriyor
niçin aradığını bilmiyor
numara verdiniz aradım diyor
ya da başka bir radyoyu dinleyip
Mydonose'u arıyor".
Aman efendim bitmez bu radyo öyküleri
bir keresinde de şöyle oldu:
"Rüstem amcan arıyor dediler. Allah Allah benim öyle bir amcam yok ki. Telefondaki ses, hemen 'kızım evladım nasılsın?' diye lafa girdi.
Kendini bildi bileli Türk Sanat Müziği dinlermiş. Tesadüfen radyoda benim sesime denk gelmiş. 'Naciye Teyze'nle artık her sabah seni dinliyoruz' dedi. 60'ından sonra yabancı müzik yayını yapan bir istasyonu tercih etmesine sebep olmam çok ilginçti. Hem beni kızları gibi seviyorlarmış."
Bir öykü daha alayım lütfen,
"Bir keresinde de istek anonsu yapıyordum. 'Hadi şimdi nerede olursanız olun, evde okulda, işyerinde ya da yolda hemen şimdi beni arayın' dediğimde bir lise öğrencisi sosyoloji dersinden aradı. Hem derste walkman dinliyor, hem de cep telefonu var. Onu canlı bağlantıya aldım. O sessiz konuşuyor öğretmeni duymasın diye. Ben de kendimi olaya kaptırmış onun gibi fısıldıyorum. 'Neee? ne dedin?' şeklinde. Birden 'Hoca bana doğru geliyor' deyince, 'Kaç seni görmesin' dedim ama nafile! Öğretmen kendisine 'Çık sınıftan dışarı' derken o hâlâ daha 'Hocam DJ'ime bir günaydın deyin, hocam o burada' diye ne kadar çırpınsa da tabii ben de mikrofondan 'Hocam bu defalık affedin' dedimse de olmadı."
Şimdi ben dikkat ettiyseniz
kim kimdir isim vermiyorum.
Hangi gözlem kime aittir söylemiyorum
ipucu yok,
hangisi mimar, hangisi veteriner
hangisi evli, hangisi bekar
hangi üniversitenin öğrencisiler
öğlenleri fast food mu yerler
daha önce nerelerdeydiler.
İlk yayınlarında sandalyeden mi düştüler
mikrofonları mı kırdılar
istek telefonu diye
yanlışlıkla kendi ev
telefonlarını mı verdiler
Onları ifşa etmiyorsam
gizeme saygımdandır.
Fotoğraflarını mecburen veriyorum
ama hangisi hangisidir belirtmiyorum.
İşte isimleri
Selim Karakaya, Dinç Tuncel, Alper Kesim, Cengiz Ünsal, Yonca Baygın, Petek Berker, Elvan Palaşoğlu, Burcu Şenyapılı, Deniz Devrim yılmaz, Dinç Tuncel, Dinçer şen, Didem İnay, Banu Tarancı, Rıza Karağaçlı.
Düşünsenize onları sadece seslerinden tanıyan
binlerce insan var bu dünyada
uydu bağlantısı malum, öyle ya.
Ay ne hoş
görülmeden sevilmek.
Ay ne güzel
yaşlandıkları fark edilmeyecek
çünkü radyoculuk artık
geçici değil, kalıcı meslek.
Ay ne hoştu radyocuları tanımak
Mydonose'a maydonoz olmak.