kapat

PAZARTESİ 29 EYLÜL 1997

Hıncal Uluç (e-posta:uluch@sabah.com.tr )

Gece.. Müzik.. Aşk..

Öğleden sonra uçağa biniyor, bin kilometre öteye gidiyorsunuz.. Sizi havalanından alıyorlar, gün inerken, bir nehir, daha doğrusu nehrin oluşturduğu bir gölün yanına geliyorsunuz.. Yamaç hemen o gün yapılmış dik bir merdivenle aşağı doğru iniyor.. Gölün kenarına, çimenlerin üzerine otuyorsunuz.. Göle meyille inen sahil, doğal bir antik Yunan tiyatrosu.. Allah'ın yarattığı bir amfiteatr.. Gölün kenarında bir sal.. Salın üzerinde bir piyano..

Güneş batarken, tek tük meşaleler yanıyor.. Yamaca uzun gölgeler düşerken, gölün üzerinde, soluk ışıklar kıpırdaşmaya başlıyor..

Piyanist piyanosunun başına geçiyor..

Büyülü parmaklar tuşların üzerinde dolaşmaya başlıyorlar..

Göle inen yamacın, yamaçtaki ormanın yanında o kalabalığı belki de ilk kez gören birkaç kuş şaşkın şaşkın uçuyorlar, tepede.. Ağustos böcekleri vızıldıyor.. Sahile vuran dalgalar minik minik hışırdıyor.. Ve piyanist, doğanın içinde doğaçlama çalıyor.. Daha önce hiç kimsenin yazmadığı, hiç kimsenin basmadığı notaları çalıyor.. O an, orada, ne hissediyorsa, onu çalıyor..

Sahildeki yamaçta, çift çift oturanlar birbirlerine iyice sokuluyorlar, sarılıyorlar..

Siz o kalabalığın içinde fena halde yalnızlığınızı hissediyorsunuz önce.. Ne zaman güzel bir an yaşasanız böyle oluyor zaten.. "Şimdi yanımda olsaydı.. Neden yok.."

Onu fena halde düşünmeye başlıyorsunuz.. Hızlanan melodi ile, derin, daha derin düşünmeye başlıyorsunuz..

Çılgın piyanistin notaları sevgiyi anlatıyor.. Aşkı anlatıyor.. Gözlerinizi kapıyor, kendinizi sadece hayalinize ve müziğe veriyorsunuz.. Ve hafiften hafiften bir sıcaklık duymaya başlıyorsunuz yanı başınızda..

Düşünceniz yoğunlaşıyor, gelip yanınıza oturuyor.. Elinizi tutuyor bir eli ile.. Öbür kolunu omzunuza atıyor.. O çok özel kokusunu duymaya başlıyorsunuz..

Müzik yükseliyor..

İçinizden fısıldıyorsunuz..

"Seviyorum.."

Müzik daha yükseliyor..

"Çok seviyorum.."

Kreşendo.. Sessiz çığlınızı, belki sadece çok uzaklardaki sevgili duyuyor..

"Özledim seni kız.."

* * *

Seyhan Hastanesi, önce kendi personeli için düşündüğü kültür ve sanat olaylarını, yavaş yavaş genişletmiş.. Adana'ya açmış.. "Bir gecelik Adana'ya gelip aramıza karışır mısınız" dediler.. "Geliriz" dedik.. Kalktık gittik..

Çukurova Üniversitesi'nin o dünya güzeli kampusunun içindeki Seyhan Baraj Gölü'nün kenarında düzenlenmiş konser.. Hastanenin Başhekimi "Üniversite gençliği, doğa, sanat ve kültürü bir araya getirmek istedik" diyor, o gecenin niye orda düzenlendiğini anlatırken..

Ve Tuluyhan Uğurlu konseri başlıyor..

Konserden sonra minik bir Adana turu.. Adana'nın en salaş ama en sosyetik ayak üstü restoranında, yanında Akbank var, onun adı ile anılıyor, bu dürümcü, bir Adana kebap.. Adana'ya gelinir de, Adana yenmez mi?..

Sonra İstanbul'un Boğazı ile İzmir'in Kordonu arası bir uzun yol.. Adnan Menderes Bulvarı.. Sağ taraf sahil. Sol taraf, eğlence ve dinlence yerleri.. Barlar, cafeler, restoranlar, piknik alanları, parklar, luna parklar.. Burayı ilk kez görüyorum Adana'da.. Öyle güzel olmuş ki..

Hindi Bar'a giriyoruz.. Tepeden tırnağa zevkle döşenmiş.. Nefis bir müzik çalıyor gene.. Çok geçlere kalamıyoruz.. Ertesi sabah uçağımız erken.. Seyhan Oteli'ne geliyoruz..

Odaya çıkıyorum, beni sarı kırmızı güllerden oluşmuş bir kocaman vazo karşılıyor.. Masamın üzerinde, benim sigarım, Cohiba Lanceros..

Otelinizi parayı bastınız mı, lüks yapabilirsiniz.. Ama incelik, parayla olacak şey değil. O insanın içinde, doğasında..

Güzelliklerle dolu geceyi daha da güzel bir uyku ile bitirirken, karar veriyoruz..

Bu Adana'ya artık daha sık gelmek gerek!..

Pazartesi Neşesi

Pazartesi neşemizi Mehmet Koryürek gönderdi..

Anaokulun minik öğrencilerine bir ev ödevi verilmişti.. Evlerindeki ilginç bir şeyi ertesi sabah sınıfta anlatacaklardı.

Öğretmen çocukları birer birer tahtaya çağırmaya başladı. Sıra Küçük Temel'e gelince bir an durakladı. Afacan Temel, bazan öyle şeyler söylüyordu ki.. Ama onu atlamasına da imkan yoktu..

"Gel bakalım Temel" dedi..

Temel tahtaya kalktı.. Eline tebeşiri aldı ve tahtaya kocaman bir "1" yazıp yerine oturdu..

Öğretmen şaşırıp sordu.

"Bu ne Temel!.."

"Bir efendim.. Ayın biri.. Aybaşı.."

"Tamam da bunun nesi ilginç?.."

"Vallahi ben de bilmiyorum efendim.. Ama bu sabah ablam 'Aybaşımı kaçırdım' der demez, babam kalp krizi geçirdi, annem bayıldı. Komşumuz Rıza amca da kendini vurdu!.."

İşçisin sen işçi kal!..

Hem de bu ülkenin kendilerini fena halde halkçı ve solcu ilan edenleri bir işçi emeklisinin bir banka yönetim kuruluna girmesini hazmedemediler..

Açıkça demiyorlar tabii. Ama anlıyorsunuz ki, merakları "Bir garson parçası"nın, bir banka yönetim kurulunda ne işinin olduğu..

Kafalarında bir saplantı var çünkü, tüm devrimciliklerine (!) rağmen.. Yönetim Kurulu üyesi kalantor olmalı.. İlle de kalantor..

Garsondan Yönetim Kurulu üyesi olur mu?..

Neden olmasın?..

Söyler misiniz, neden olmasın!..

Yönetim Kurulu nedir, işlevi, görevi nedir, hiç düşündünüz mü?..

Hele bir devlet bankasının yönetim kurulunda bir işçinin, bir emeklinin sesinin olmasında yarar mı, yoksa zarar mı var diye kendi kendinize tarttınız mı hiç?..

Yönetim kurulları, bir bakıma, kurumların, şirketlerin yasama organlarıdır..

Türkiye Cumhuriyeti'nin yasama organı, Büyük Millet Meclisi'dir. Anayasa gibi bu ülkenin temelini ve tüm yapısını oluşturanlar dahil, her türlü yasayı, bu Büyük Millet Meclisi üyeleri önerirler, tartışırlar, kabul ederler, değiştirirler, reddederler.. Türkiye'nin tüm hukuk düzeninin, kurucusu, yapıcısı, değiştici ve geliştiricisi Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir.

Ve de bu ülkenin tüm hukuk düzenini gerçekleştirmek ve geliştirmekten sorumlu kişilerin hiçbirinin Hukuk Fakültesi mezunu, Hukuk Doktoru, Hukuk uzmanı, Hukuk Profesörü olması gerekmez, istenmez ve beklenmez.. İlkokul mezunu olmaları yeterlidir.

Bir işçi emeklisi, o "Garson Parçası"nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gelip, bu ülkenin tüm bankacılık düzenini kökünden değiştirecek yasalar üzerinde konuşma ve oy hakkına sahip olmasında hiçbir mahzur yoktur, ama İller Bankası'nın Yönetim Kurulu'nda, sıradan bir vatandaş, sıradan bir işçi, sıradan bir emekli olarak fikrini söylemesi ve içinde bulunduğu o çok büyük, o çok yaygın, o çok geniş vatandaş grubunun sesini, fikrini, düşüncesini, sorunlarını ve beklentilerini nakletmesi, çok ama çok ayıp bulunur..

Tüm sosyal demokratlar, tüm demokratik solcular, tüm devrimciler, koro halinde yüklenirler adamcağıza ve istifa ettirirler.. Garson parçasının banka yönetim kurulundan istifa ettirilmesi, devrimcilerin zaferidir..

Gece giderler bara kadehlerini tokuşturup, devrim şarkısı söylerler, Cem Karaca'ya eşlik ederek..

"İşçisin sen işçi kal!.."

Oldukça!..

Oldukça uzun zamandan beri süren bir tartışma var, Türkçemizde..

Oldukça.. Özellikle TV spikerleri bu sözcüğü "Çok" anlamına kullanıyorlarmış, oysa sözcük "Eh.. Fena değil işte" gibisinden bir anlama gelirmiş..

Dili tartışırken, sözlüklere bu kadar bağlı kalmamak gerek.

Bazan, sözcükleri cümlenin içinde yorumlamak ve ortaya çıkan çelişkili anlamlara şaşmamak gerek. Zaten bu çelişkili anlamları hissedebilmek, dili iyi bilmek anlamına gelir.

Dilin nüansıdır bu..

Örnek..

"İyice" sözcüğü ne anlama gelir?..

Şu iki kullanıma dikkat edin, ne dediğimi anlayacaksınız..

"Nasılsın, nasıl oldun?.."

"İyiceyim!.."

.........

"Biraz daha tatlı alır mısınız?.."

"İmkansız, iyice doydum.."

Telekom!..

Çarşamba gecesi, geceyarısını birkaç dakika geçmiş falan. Telefonda "Çıt" yok.. Cep telefonuna sarıldım, arızayı aramak için..

121 çevirdim.. "Yanlış numara çevirdiniz" diye teyp sesi..

0212 121 çevirdim.. Ayni ses..

Aklımda bir yerden kalmış, sonuna dört sıfır, dört 1, dört 2 ekledim, yediye tamamlamak için. Hep ayni ses.. "Yanlış numara!.."

118'i aradım.. Bilinmeyen numaralar!..

Hemen çıktı. Gerisini aynen ve harfiyen yazıyorum.

"Hanımefendi, cep telefonu ile arıza servisi nasıl aranır?."

"Bilmiyorum.. Arıza 121!.."

"O numarayı çevirdim. Yanlış numara anonsu geliyor."

"Başka telefonla arayın."

"Hanımefendi burası ev. Bu saatte başka telefon nerden bulayım?"

"O zaman aramayın.."

Ve telefonu yüzüme kapattı.

Abbas..

Efendim Abbas..

Artık iyice öğrendiniz ya.. Abbas gene yolcu.. İtalya, Milano.. Ordan da Parma..

Cumartesiye kadar kepenkler inik, dükkan kapalı yani..

Bizim için dua edin. Hem de çok edin.. Fena halde ihtiyacımız var!..

Bizim Duvar

Tansu Çiller'e "Onbaşılara hakaret etti" suçlaması.. Ne yapsın kadın, kendisi birbaşına kalınca onbaşıları kıskandı herhalde...

Hakan/Utku

Sevdiğim laflar

Size, 'Yalancı' denmesini istiyorsanız, her zaman doğruyu söyleyin.

L.P.Smith

Kader

İngiliz mürebbiye

Kader mi, tesadüf mü adlı kitaptan..

İki İngiliz Başbakanı'nı ayni mürebbiye yetiştirmişti.. Büyüyünce gidip siyasal yelpazenin iki ayrı kutbuna yerleştiler.

Muhafazakar Winston Churchill ve İşçi Clement Attle!..


© COPYRIGHT 1997 MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. (Her hakkı saklıdır)
Yorum ve önerileriniz için: editor@sabah.com.tr