Birileri hesap vermeli. Kırıkkale'de gökten yağan şarapnel parçaları ile yaralanan vatandaşlarımız birilerine dava açabilmeli. Dışarıda geçirdikleri geceler, yaralanan akrabaları, komşularının çektikleri acılar birilerinin yanına kâr kalmamalı... Sizce Kırıkkaleliler yangının külleri soğumaya başladığında kimden hesap soracaklar...
Yangının sorumlusu bir işçinin ihmalkârlığıysa örneğin, ayın sonunu zor getirebilen işçiye mi tazminat davası açmalılar? Ya da yıllardır ekmeğini yedikleri Makina Kimya Endüstrisi'ne ait fabrikayı mı mahkemeye vermeliler... Şayet bir sabotaj yapıldığı anlaşılırsa, yapanların yakalanmasını mı beklemeliler?
Bize sorarsanız saydıklarımızın hiçbiri tek başına bu felaketin gerçek sorumlusu değil. Bütün bu yaralanmaların, ölümlerin tek sorumlusu Kırıkkale'yi yıllardır patlamaya hazır bir bombanın etrafında yaşamaya mahkum eden yerel yöneticiler olmalı. Şimdi araştırılması gereken Kırıkkale'nin şehir bölge planını kimin yaptığı. Kimin fabrikaya bu kadar yakın mesafedeki arsalara imar ruhsatı verdiği. Yıllar boyu kimlerin Kırıkkale'deki çarpık ve tehlikeli yapılaşmaya göz yumduğu. Bir yerde silah fabrikası kuruyorsanız, kaza riskini de, sabotaj tehlikesini de göze alıyorsunuz demektir. Yerel yönetimlerin önemi de işte burada ortaya çıkıyor. Planlamayı yapıp, ona göre yerleşim izinlerini ona göre vermeleri gerekir.
İşte asıl sorumlular bunlar...
Gözlerime inanamadım.
30 Haziran Pazartesi günü, iç hatlar binasında Ankara'ya gitmek için beklerken, tuvaletlerden bir çığlık yükseldi.
Saat 16.30 idi.
Şaşırdım.
Bir de içeri girince ne göreyim, erkekler tuvaletindeki el yıkama musluklarından açıkça siyah su akıyor.
Yanlış değil siyah su...
Çamur dahi değil. Sanki petrol veya motor yağı renginde bir su...
Ve hep aktı.
Çığlığı atan da, küçük çocuğu yanlışlıkla ağzını yıkarken bu sudan içen bir turist ailesi. Dehşete düşmüşler. Ne yapacaklarını şaşırmışlar. Çocuğun midesini yıkatmak için hastanelere koştular.
Bütün bu kargaşa arasında bir de ne göreyim... Bizim baba Türk yolcular, seslerini çıkarmadan o simsiyah suda ellerini yıkıyorlar.
Ne yapalım, bu başa bu traş...
Türkiye'de Megastore fırtınasını ilk Beymen başlatmıştı. Hâlâ da sürdürüyor.
Cumhurbaşkanı Demirel'in açtığı 3'üncü Megastore görülmeye değer. Kavaklıdere-İran Caddesi üzerindeki bina ünlü İtalyan mimar Adocibic'in zevki, Beymen dekorasyon ve mobilya departmanının nefis çalışması sayesinde ortaya çıkmış.
9 kat, 4bin 500 metrekarelik mağazada insanın başı dönüyor.
Türkiye'nin tüm sorunlara rağmen nereden nereye geldiğinin en güzel göstergesi. Avrupalara gidip alış-veriş etmeye gerek yok. 250 yabancı marka satılıyor. Her şey ve herkes var...
Bundan 25 yıl önce, bir maceraya atılır gibi kolları sıvayan Osman Boyner, bugünlere gelinebileceğini herhalde hiç tahmin edemezdi.
Ancak başardılar... Beymenciler kendileriyle ne kadar övünseler azdır...
Avrupa Birliği (AB) Bakanlar Konseyi'nin son 6 ay süreyle başkanlığını Hollanda yaptı. Şimdi bu görevi, yıl sonuna kadar, Lüksemburg'a bırakıyor.
Hollanda başkanlık döneminde, özellikle Türkiye açısından son derece başarılı bir çalışma yaptı.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıkları bir oranda yumuşatmak ve Türkiye-AB ilişkilerini rayına oturtmak amacıyla büyük çaba harcadı. Belirli bir mesafe almasını da bildi.
Bütün bunları da, Türkiye'nin tezlerini anlayışla karşılayarak, Hıristiyan Demokratlar'ın açtıkları yarayı tedavi ederek gerçekleştirdi.
Bu balayı dönemi kapanıyor.
Küçük Lüksemburg, garip şekilde Türkiye aleyhtarı.
Nedeni de Dışişleri Bakanı Jacques Poos.
Bakan olduğu yıldan beri Poos, sistematik biçimde bu politikayı sürdürdü. Tüm çabalara rağmen ikna edilemedi.
Anlayacağınız önümüzdeki 6 ayı şimdiden kaybedilmiş bir dönem olarak görebiliriz.
Olay Ortaköy'de yaşanıyor. Hem de her yıl... Temmuz sıcağının Ortaköy Meydanı'nı kavurduğu saatlerde 8 kürekçi ve bir dümencinin içinde bulunduğu özel yapılmış bir kayık Ortaköy'ün hemen burnunun dibine kadar yaklaşıyor. Beyaz tişört ve şortları olan mürettebat önce ani bir hareketle kürekleri havaya kaldırıyor. Tam o sırada Ortaköy iskelesine bağlı bir gemi uzun uzun siren çalarak gelenleri haber veriyor. Ortaköy'de kahvelerde oturanlar "ne oluyor" diye sahile toplanmaya başlıyor. Herkes ne olacak diye merakla beklerken, biraz önce fiyakalı bir şekilde havaya kaldırılan kürekler kayığın içine özenle yerleştiriliyor. Derken hiç beklenmedik bir şey oluyor 8 kürekçi ve bir dümenci ayağa kalkıyorlar ve içinde durdukları kayığı deviriyorlar. Kayık ters döndüğünde sahildekiler endişe dolu gözlerle denize düşenleri ararken bir anda kayık düzeliyor ve meğerse kayığın altına saklanmış olan kürekçiler hızlı bir şekilde kayığın üstüne çıkıyorlar. Sahildekiler rahatlıyor ve alkışlamaya başlıyorlar... Fakat ne kürekçiler ne de dümenci durmuyor. İskelede bekleyen geminin sireni eşliğinde kayık bir kez daha denizde ters döndürülüyor mürettebat bir kez daha kayığın altında kayboluyor, kayık bir daha düzeliyor, denizciler yine kayığın üzerindeler ve yine sahilden alkış kıyamet...
Aynı sahne bir daha, bir daha tekrarlanıyor... Sonra alkışa ve ıslanmaya doyan mürettebat kayığın içine sakladıkları küreklerini çıkartıyorlar ve dümencinin komutları ile Ortaköy sahilini arkalarında bırakıp, gözden kayboluyorlar.
Kalabalık da bu ilginç gösterinin ardından kahvelere, kafelere, ağaç diplerine dağılıyor. İskeledeki gemiden siren sesleri diniyor, Ortaköy'ün üzerine Temmuz sıcağı tekrar çöküyor...
Ne kimse biraz önce sahilde gösteri yapanların kim olduğunu soruyor, ne kimse bu gösterinin ne anlama geldiğini merak ediyor, ne de birisi gelip yaşananların nedenini açıklıyor.
Anlayacağınız Ortaköy'de Haziran sıcağı altında garip şeyler oluyor.
Ama ne oluyor, kimse bilmiyor...
Yargının bağımsızlığı demokrasinin ilk şartlarından biri. Hakimlerin ve savcıların da bir kişiye veya kuruma bağımlı olmadan karar verme yetkisine sahip olmaları ise bağımsız bir yargının en temel taşlarından. Fakat Türkiye'de yargı bağımsızlığından söz etmek, galiba biraz güç. Hele ki bağımsız yargının temsilcileri olan savcılar sanık sandalyesine oturunaca daha da güç. Mete Göktürk, gazeteye yazdığı bir yazısından ve "Siyaset Meydanı"nda söylediklerinden dolayı şu anda sanık sandalyesinde oturan bir DGM savcısı. Suçu Türkiye'deki bağımsız olduğu söylenen yargıyı, işlemeyen, çatlakları olan bir sistemi eleştirmek. Geriye dönüp Mete Göktürk ne yazmış, ne söylemiş ki yargılanıyor diye baktığınızda ise aslında hiç de öyle uçlarda, çekinilip korkulacak bir şey söylemediğini göreceksiniz. Tersine yargı bağımsızlığına inanan herkesin düşündüğü fakat belki de yüksek sesle söyleyemediği konuları dile getirmiş. Bugün 12 yıl hapsi isteniyor. Duruşmada yurdun dört bir yanından gelmiş elliye yakın avukat yer aldı. Bu elli avukat aslında sadece Mete Göktürk'ü değil "bağımsız yargıyı" da savundular.
Bu davada dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın HSYK'nın Mete Göktürk'ün açıklamalarından dolayı zarar gördüğünü iddia ederek müdahil avukat olarak bulunmak istemesi ve Mete Göktürk'ün sanık sandalyesinde oturması aslında belki de yargının kendi kendini yargılaması. Eğer yargı Mete Göktürk'e yasa gereği istenilen hapis cezasını verirse kendini mahkum etmiş olacak. Yok eğer Mete Göktürk beraat ederse bu hakimlerin ve savcıların bağımsız yargıya olan inancını ve talebini gösterecek.