kapat

Can Ataklı (e-posta:ataklic@sabah.com.tr)

Kültür Bakanı Bodrum Kalesi'ni fethedemez

Bodrum Müzesi'ni biliyorsunuz. Birkaç kez bu köşede de yazmaya çalıştım. Refahlı Kültür Bakanı bu müzenin içindeki Şapel'e kafayı takmıştı. Burayı mescit haline getirmek istiyordu.

Buna başta Bodrum olmak üzere kamuoyu karşı çıkmıştı. Ancak, bu hükümetin bitmesine birkaç gün kala Kültür Bakanı İsmail Kahraman hâlâ bastırıyor. Bütün amacı Şapel'in yerine bir mescit yapabilmek.

Görünen o ki bu amacına ulaşacak süreyi bulamayacak. Böylelikle Bodrum Müzesi de, Şapel de ve en önemlisi Şapel'in içindeki 7'inci yüzyılda batan bir Doğu Roma gemisinin repliği kurtulacak.

Önceki yaz Bodrum'a gittiğimde Şapel'in onarımı ve içindeki batığın tıpkısı henüz yapılıyordu. Açıldıktan sonra görmek kısmet olmadı, umarım bu yıl fırsat bulur da görürüm.

Bu batığın çok önemli özellikleri var. Eğer Refahlı Kültür Bakanı muradına erebilseydi, bu tarihi zenginliğin sergilenmesi de mümkün olmayacaktı.

Bodrum Müzesi'ndeki şapel ve içindeki batık konusunda Haber Merkezi'nden Fügen Ünal Şen ayrıntılı çalışmalar yapmış, bunlar da zaman zaman SABAH'ta yayınlanmıştı.

Fügen Ünal Şen'in notlarından yararlanarak Şapel ve batık konusunda önemli başlıklar çıkarmaya çalıştım. Okuyunca Refahlı Kültür Bakanı'nın aslında nasıl bir kültür düşmanı olduğunu siz de göreceksiniz.

Kaledeki şapel

Aylardır üzerinde tartışılan Bodrum Kalesi'nin içindeki Şapel'in hikayesine dönelim. Bodrum Kalesi 1406 yılında St. Jean Şövalyeleri'nce yapıldı. 1519-20 yıllarındaysa İspanyol Şövalyeleri'nce onarıldı. Şapel o yıllarda kalenin içinde, komutanların ibadeti için inşa edilmişti.

5 Ocak 1523'te, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Polak Mustafa Paşa, Bodrum Kalesi'ni fethetti. Şapel'e, kalenin Türkleştiğini göstermek amacıyla Osmanlı geleneğine uygun olarak Ayasofya örneğinde olduğu gibi bir minare eklendi. Oluşturulan mescidi de sadece kaledeki komutanlar ve askerler kullandı. Ta ki 1915'e kadar. Kale, 26 Mayıs 1915'te Fransız zırhlısı tarafından bombalandı ve minare yıkıldı.

1960 yılında kalede müze deposu oluşturuldu ve Şapel 1964 yılında onarılarak müzenin sergi salonu oldu. Cumhuriyet dönemi boyunca hiçbir zaman cami olarak kullanılmadı.

Bugün Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü olan Oğuz Alpözen 1990 yılında "Kalenin Türkleştiğinin simgesi olan minare"nin tekrar yapılması için İzmir 2 no'lu Karar Kurulu'na başvurdu. O başvuruda Bodrum Kalesi'nin ihtiyaçlarıyla ilgili uzun bir liste vardı ve minare projesi 9'uncu sıradaydı. İşte, Refahlı Kültür Bakanı İsmail Kahraman, 9'uncu sıradaki bu projeyi birinci sıraya aldı ve bir de ekleme yaptı: "Şapel'e minare eklenerek camiye dönüştürülüp, mekan ibadete açılacak."

Oysa Oğuz Alpözen'in projesi sadece minare eklenmesiyle sınırlıydı ve, Şapel'e 5 Amerikalı, 3 Türk uzman 22 ay çalışarak dünyanın tek "Doğu Roma İmparatorluğu" gemi maketini yerleştirmişti. Türk Hükümeti, ABD vakıfları ve Bodrumlular'ın toplam 15 milyar liralık bütçesiyle gerçekleşen serginin bugünkü değerinin en az 50 milyar lira olduğu belirtiliyor.

Serginin önemi

Camiye dönüştürülmesi planlanan Şapel'deki sergiye gelince... 626 yılında batan Doğu Roma gemisi, gerçek ölçülerinde üç boyutlu olarak sergileniyor burada. 20 metre uzunluğunda, 5.22 metre genişliğinde, 60 ton kapasiteli 90 kadar amfora taşıyan bu gemi Şapel'e bire bir ölçülerinde yerleştirildi. Asırlarca su altında kalan ve 1961-64 yıllarında su üstüne çıkarılan yağ kandilleri, amforalar, silahlar, kantarlar, gemicilere ait altın paralar gemiyle birlikte sergilenmek üzere Şapel'e yerleştirildi. Sergide kalın camlar altına yerleştirilen amforalar ses ve ışık yardımıyla gerçekten denizin dibindeymiş gibi gösterildi. Hatta o dönemin giysileriyle dolaşan bir Bodrumlu gemici de geminin kaptanı olarak batıkla ilgili bilgiler vermek için görevlendirildi.

İşte böylesine önemli bir batık, böylesi çağdaş bir anlayışla sergi salonunda bekliyor ama "Şapel'in ne olacağı" belli olmadığından sergi açılamıyor.

Vali Yenişen "O vali benim ama, kimse için Emniyeti aramadım" dedi

Pazartesi günü İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen aradı. "Cumartesi günü yazdığınız yazıda söz konusu ettiğiniz vali benim, zaten ben olduğum anlaşılıyordu" dedi ve sürdürdü: "Olay ana hatlarıyla doğru, ancak ben hiçbir şekilde bir yakınımı gözaltından kurtarmak için Emniyet'i aramadım, Asayiş Şubesi'ne gittiğim doğru, orayı beğenmediğim de doğru."

Hemen konuya girdim, okuyamanlar hatırlamayacaktır, hemen hatırlatayım:

İstanbul polisi Asayiş Şube Müdürlüğü'ndeki bir operasyonu konuşuyor. İki müdürün görev yerlerinin değiştirilmesi üzerine şöyle bir dedikodu çıkmıştı: "Vali Dırvan Yenişen (Artık kendi adını verdiği için dedikodu olmaktan çıktı, ben de adlı adınca yazıyorum) bir yakının gözaltına alınması üzerine Asayiş Şube Müdürü'nü arıyor ve 'o kişiyi serbest bırakın' diyor. Polis müdürleri buna karşı çıkınca Yenişen de doğru Asayiş Şubesi'ne gidiyor. Dedikodu burada ikiye bölünüyor. Birincisine göre polis müdürleri valinin gelmesine rağmen gözaltındaki kişiyi serbest bırakmayınca, vali öfkeleniyor ve iki müdürü başka yere tayin ettiriyor. İkinciye göre ise vali Asayiş Şube'de işkence aletlerine rastlıyor ve tepki olarak iki müdürün Akın Kızıloğlu ve Özcan İşlek'in yerini değiştiriyor.

Evet olay buydu.

Valinin sözleri

İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen "O yazıdaki vali benim" derken, olayın özellikle İstanbul'da bilindiğini belirtti ve "Saklayacak halimiz yok" diye konuştu.

Yenişen şunları anlattı: "Bugüne kadarki meslek yaşamımda hiçbir zaman herhangi bir kişi ya da yakınımın gözaltına alınması durumunda Emniyet'i araymadım. Evet, Asayiş Şube'nin gözaltına aldığı bir kişi benim tanıdığımmış. Yakınım değil. Bursa Valiliğim sırasında tanıdığım Murat Sağıroğlu adlı bir genç. Ama hiçbir şekilde emniyetten kurtarmaya çalışmadım. Ben hukuk adamıyım. Gözaltına alınan bir kişi hakkında savcılıklar karar verir. Nitekim o genç, geceyi emniyette geçirdi, ertesi gün çıkarıldığı mahkemede serbest bırakıldı."

Yenişen'e "Peki iki müdürün tayin edilmesi doğru mu?" diye sordum.

"Evet" dedi ve anlattı: "Sizin de yazdığınız gibi, o gece yanıma İstanbul Emniyet Müdürü Ramazan Er'i de alarak Asayiş Şube müdürlüğü'ne gittim. Ama orayı beğenmedim. Gözaltına alınan kişiler küçük odalarda 5'er 6'şar kişi kalıyor. Çok kötü muamele görüyorlar. Bu durumu görünce Ramazan Er'e 'Bak durumu görüyorsun. Artık bu dönemde böyle olmamalı. Sanık da olsalar herkesin hakkı hukuku var. Bu durumu düzeltelim' dedim. Ramazan Er de gördükleri karşısında bana hak verdi. Sonra da iki müdürün yerini değiştirdik. Akın Kızıloğlu'nu Kadıköy'e, Özcan İşlek'i de Bahçelievler'e atadık. Yani atamalar sürgün falan değil, yine aynı kent içinde değişikliktir."

Rıdvan Yenişen'e verdiği bilgilerden ötürü teşekkür ettim.

Meclis transferleri insanın kafasını karıştırıyor

Meclis "hassas" bir güvenoylamasına doğru gidiyor. Aritmetik olarak herşey ortada. Yılmaz güvenoyu alabilir de almayabilir de. Ama bunu "alabilir"e çevirmek için "birkaç DYP'liye" daha ihtiyaç var.

Tam bu sırada ortaya tranfser dedikoduları atılıyor. Bu dedikodular ANAP'a destek verecek DYP'liler için değil de, DYP'nin yapmak istediği transferlerle ilgili çıkıyor. Ama söylenen rakamlar korkunç. DSP'li Tahsin Baycık tam "5 milyon dolardan" söz ediyor. 5 milyon kere 146 bin 730 milyar ediyor. Saymakla bitmez ki bu kadar para.

Ancak herşeye rağmen bu son dedikoduların pek gerçekle ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki, bu tür dedikodular özellikle çıkarılıyor ve bir şekilde karşı tarafa destek vermeyi düşünenler üzerinde "baskı" kurulmak isteniyor.

Öyle ya, eğer DYP adam başı 5 milyon dolar veriyorsa, DYP'den karşı tarafa geçmek isteyenler de bu yükselen rayiçten paylarını almak isteyeceklerdir. Piyasa böyleyse parti değiştirmeyi düşünen herkes "ben de isterem" diyecektir.

Transfer dedikoduları sanki büyük bir oyun. Üstelik Meclis'in ve üyelerinin itibarını sıfıra indiren çirkin bir oyun.


© COPYRIGHT 1997 MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. (Her hakkı saklıdır)
Yorum ve önerileriniz için: editor@sabah.com.tr