kapat

26 OCAK 1997 PAZAR
Mehmet Barlas
Von Papen'in "cep denizaltısı" ve ötesi...

Bazen aklına ve mantığına güvendiğiniz insanların da kafası karışabilir. Bunun son örneğini, Yalım Erez'de görmedik mi? Kendisi TOBB Başkanı'yken Doğu Ergil'e hazırlattığı "Güneydoğu Raporu" yüzünden, akıl-dışı eleştirilere hedef olmuştu.

Ama aynı Yalım Erez, Bülent Tanör'e hazırlattırılan TÜSİAD'ın "Demokratikleşme Raporu"nu, inanılmaz bir üslupla eleştirdi.

Olur böyle şeyler.

Kimbilir neye takılıp, bu tür bir demeç verdi?

Bizim çocukluğumuzun Yeniköy'ünde, sınırlar, bisikletle gidilecek kadar uzaklarda biterdi. Bu açıdan, Tarabya da, Yeniköy'ün bisiklet alanı içindeydi.

Hiç unutmam... Tarabya'daki Alman yazlık sefaret binasının (şimdi konsolosluk), yaşlı bir bahçıvanı vardı.

Pedal sallayıp, kan ter içinde Büyükdere'ye, Sarıyer'e giderdik. Hatta "Çır-Çır Suyu"na bile gittiğimiz olurdu.

Sonra dönerken, yol üzerinde Tarabya'da durur, "Veli'nin dondurması"nı alırdık. Alman sefaretinin önünde, denize karşı oturup, dondurmalarımızı yerdik.

Söylediğim, 1950'li yılların ilk yarısı.

2'nci Dünya Savaşı biteli 7-8 yıl olmuş. Ama insanların aklında, hep savaşa ait anılar var. Gazeteler de, savaşın "bilinmeyen tarih"ini yansıtan haberleri ve dizileri yayınlıyor.

Hitler'in gizli silahları

İşte öyle günlerden birinde, yine bisikletleri Alman sefaretinin rıhtımına dayadık. Denize karşı oturduk. Sefaretin yaşlı bahçıvanı da yanımıza gelip, oturdu rıhtımın taşlarına. Bize, Von Papen'in, Hitler'in büyükelçisi olduğu savaş günlerine ilişkin anılarını anlatmaya başladı.

Hatırlıyorum. O günlerde, gazetelerde, "Hitler'in gizli silahları"nı anlatan yazılar çokça yayınlanıyordu.

Yok efendim Almanlar, Norveç'teki bir merkezde atom bombası yapmış. Bunu V-2 füzeleri ile Londra'ya göndereceklermiş. Ama müttefikler, Norveç'teki bu merkezi bombalamışlar.

Ya da, Almanlar "cep denizaltısı" yapmış. Bir kişinin kullandığı bu denizaltılar ile, bütün denizleri ele geçireceklermiş. Ama savaşta yenilince, bu "cep denizaltısı" projesi, Ruslar'ın eline geçmiş.

Biz, o yazın akşamüstünde, Tarabya'da, Von Papen'in bahçıvanı ile denize karşı oturup, havadan-sudan konuşurken, "cep denizaltısı" da, o günün bütün gazetelerinde ilgi çekici haberler arasında yer almaktaydı.

Belliydi ki, bu "cep denizaltısı"na, Von Papen'in bahçıvanının da aklı takılmıştı.

Çünkü söze, "Çocuklar size cep denizaltısını nasıl gördüğümü anlatacağım" diye başladı.

Nefesimizi kesip, dinledik onu.

- Bir Ağustos gecesiydi. Mehtap tabak gibiydi. Deniz, ayışığı altında, gündüz gibi aydınlıktı. Sular pırıl pırıl parlıyordu. Ben de o gece uykuyu kaçırmıştım. İskeleye çıkmış, bacaklarımı denize sallandırmış, mehtabı ve denize yansımasını seyrediyordum. Birden sular fokurdamaya başladı. Şaşırdım. Ayağımın dibinde, birden bir periskop belirdi. Sonra sular daha da fokurdadı.

Yaşlı bahçıvan anlatıyor, biz Yeniköylü çocuklar, dinliyorduk.

Von Papen'in bahçıvanı devam etti öyküsüne.

Cep denizaltısı

- Önce periskop çıktı suyun yüzüne, sonra da bunun ucundaki denizaltı belirdi. Denizaltı, benim hemen yanıma yanaştı. Kapağı açıldı. İçinden Büyükelçi Von Papen çıkıp, iskeleye atladı. Sonra eğilip, denizden çıkarttı denizaltıyı. Katladı, cebine koydu. Bana başı ile sert bir selam verip, sefaretin bahçe kapısına gitmek üzere, yola doğru yürüdü.

Biz iyice şaşırmıştık.

- Yanlış hatırlıyor olmayasın? Denizaltı katlanıp, cebe girer mi hiç, dedik.

Von Papen'in bahçıvanı, belli ki, gazetelerdeki "cep denizaltısı"nı, hayalinde böyle şekillendirmişti.

Bizim sıkıştırmalarımıza hiç kulak asmadı. Hikayesini tekrarladı.

- Bugün gibi hatırlıyorum. 1944 yılının, bir Ağustos gecesiydi. Karartma vardı ama, mehtap yüzünden her yer gündüz gibi aydınlıktı. Von Papen, denizaltıyı katlayıp, cebine koydu.

O yaşlı bahçıvan, "cep telefonunu" görecek kadar yaşamadı. Herhalde, aklı iyice karışırdı.

Kimbilir Yalım Erez de neye takıldı ki, kendi "Güneydoğu Raporu"nu unutup, TÜSİAD'ın raporuna takmış.

Aslında şu raporları, "cep kitabı" yapsalar da, herkes yanında taşıyıp, unutmasa.


TARKANGeri dön... Geri dön!..

Geçen hafta, bir gece eve geç döndük. Bir yemek davetindeydik.

Televizyonu açtım eve girer girmez. "Kanal D"de, alaturka fasıl ve Tarkan vardı. Meğer daha önce, yılbaşı gecesi de, aynı program varmış. Ama ben kaçırmışım.

Tarkan, inanılmaz içtenlikle ve hatasız biçimde, şarkıdan şarkıya geçiyordu. Aslında yerinde duramıyordu da. Oturduğu yerde kıvrılıyor, dolanıyor, adeta göbek atıyordu.

Tarkan'ın serüvenini düşündüm.

Ne işi var Amerika'da?

Ahmet Ertegün'ün onu desteklediği söyleniyor. Bunca işinin arasında, nereden vakit ayıracak Tarkan'a?

Oysa Türkiye'nin gerçek yıldızı Tarkan.

"Doğuştan sanatçı" o. Sahneye hakim. Kendi öz-müziğini de, pop-müzik kadar biliyor. Söylediği her şarkıya, kişiliğini katıyor.

Üstelik burası da 65 milyon izleyicisi olan büyük bir ülke.

Diyorum ki...

Bıraksa şu "Amerika sevdası"nı. Dönse Türkiye'ye.

O gece, o fasla katılan Tarkan için, Türkiye'den başka bir ülkenin ne anlamı olabilir ki?


ŞAKA: Who is who?

Bazıları Kürtler için "Dağ Türkleri" diyor ya.

Yazar arkadaşımız Andrew Finkel, Türk ve İngiliz bakış açılarını karşılaştıran fantazilerle dolu yazısında, şöyle bir uyarlama yapmış.

- İskoçlar, dağ İngilizleridir!..

Aslında Irak'ın Barzani'si ve Talabani'si de, "Dağ Arabı"dır. Korsikalılar "Ada Fransızı"dır.

Temel ise, "Şaka Türkü"dür.

- Peki ama biz kimiz?

- Biz Altay'dan gelen erleriz.


© COPYRIGHT 1997 MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. (Her hakkı saklıdır) YÖRE Elektronik Yayimcilik A.S.